Allah’ın ipine sarıl(a)mamak

Düşünceler, Güncel, İslam ve Bilim

İslam dünyası olarak başımız dertten kurtulmuyor. Yüzlerce yıldır, dünyadaki mazlumlar listesinde başı, maalesef Müslümanlar çekiyor. Ebette hepsi değil; kendilerine dünyevi zenginliklerden orantısız miktarda pay nasip olmuş küçük bir azınlık, kendi midelerinin ve rahatlarının derdiyle ruhlarını karartırken, İslam dünyasının geri kalanı şedid ve kesintisiz bir zulüm dalgası altında inliyor. Hem de dünkü yahut bir kaç gün önceki bir durum değil bu; görebildiğimiz kadarıyla yüzlerce yıldır bu haldeyiz ve maalesef durumumuzda bir iyileşme görünmüyor.

Katliamlarda şehit düşen insanların, hele hele kadın ve çocukların haberleri ve fotoğrafları haber ajanslarına düştükçe, lanet ediyor, kızıyor, bazen ellerimizi açıp en samimane dua ve beddualarımızı sıralıyoruz. Zulmün tavan yaptığı her menfur hadisede, “bir bedenin uzuvları gibi” olmamız gereken kardeşlerimizin hali, aklımıza, hissiyatımıza ve benliğimize şiddetle dokunuyor. Fakat ne çare ki, şehit haberleri ve katliam görüntüleri medyayı işgal etmediği zamanlarda, sanki yüzlerce yıllık ölü toprağımızın altına gizleniyoruz yeniden. Günlük telaşelerimiz, kısır siyasi tartışmalarımız, futbol maçlarımız, sağlıklı beslenme reçetelerimiz, gelecek kaygımız ve maişet derdimiz, yeniden meşguliyetlerimizin en baş köşesine yerleşiveriyor. Bir sonraki darbeye, bir sonraki zulüm dalgasına kadar, “neden bu haldeyiz?” sorusunu sormak ekseriyetle aklımıza bile gelmiyor.

Ali İmran Suresi’nde Allah’ın ipine sımsıkı sarılanlara verilen bir müjde vardı; o ipe sarılanlar, daha önceden oduğu gibi, aralarındaki düşmanlıkları kardeşliğe tebdil edebilecek yardımı göreceklerdi. Pekiyi biz o ipin ucunu mu kaçırdık acaba? Neden kalplerimiz her gün birlikte atmıyor? Neden bu fetret ve atalet halinden bir türlü sıyrılamıyoruz?

Elbette, özellikle de “kabz” zamanlarında, benim gibi herkesin aklına geliyor bu neden sorusu. Her insanın, kendi bakış açısı, tecrübesi ve mesleğiyle ilgili bir görüşü yahut fikri olması da normal. Ben bir bilim adamıyım. Kainatın en esrarlı parçalarından birisi olan canlılığı anlamaya çalışan, onun gizemli mantığını anlayabildiğim kadarıyla çözebilmek adına, kevni ayetlerden bilgi ve ders devşirmeye çalışan bir fizyoloğum. Elbette herkes gibi ben de kendi mesleğim penceresinden bakıyorum hayata; ve gördüklerim, zulüm altında inleyen İslam dünyası ile ilgili bana da bazı fikirler veriyor, beni bazı çözüm arayışlarına itiyor.

Mesleğimden bakınca, sımsıkı sarılmamız istenen Allah’ın ipinin benim avuçlarıma düşen kısmına dikkat etmeye gayret ediyorum. Hayat kitabı olarak bize bahşedilen Kur’anı-ı Kerim’in benim idrakime düşen kısmıyla akletmeye gayret ediyor ve o pencereden, hastalığımızın teşhisine dair bir fikir edinmeye çalışıyorum. Dedim ya, ben bilimle uğraşıyorum. Tek bir emirden neşet eden fizik kanunlarına tabi olarak yaratılmış olmakla, her bir cüzü birbiri ile doğrudan irtibatlı bir kainatın anlamını, “bilgi” ve “akıl” yoluyla deşifre etme mesleği bu. Bu mesleğin gözlüğü ile, bu kainatı Yaratan Zat’ın bana nasıl bir metot öğütlediğine, kainatın sırrının bana düşen bölümünü ne şekilde çözmemi murat ettiğine bakmak, benim öncelikli işim olmalı diyorum. Ve bakında görüyorum ki, Rabb’imin bana gönderdiği en mühim mesaj, kainatı anlamak için “kainatın kendisine bakmak”. Dünyayı anlamak için dünyayı, “can”ı anlamak için canlıları, Sünnetullah’ı anlamak için kainatı işleten yasaları araştırmak, çalışmak, bilmeye gayret etmek gerekiyor; zira bu iman edenlere “emrediliyor”. Kur’an-ı Kerim, bana maddesel dünya ile ilgili doğrudan hiç bir kopya vermiyor. Fakat sıklıkla oraya bakmamı istiyor. Ağaçlar, kuşlar, dağlar, canlılar, suda giden gemiler, göklerdeki ışınlar, yörüngelerinde seyreden gökcisimleri ve daha niceleri, “düşünenler için nice ibretler vardır” denilerek, sürekli nazarıma veriliyor. Kainatın Yaratıcısı adeta bana diyor ki: “Gözünü çevir ve bak, tekrar tekrar bak; bir çatlak bulmayı umuyorsan boşuna; fakat sünnetimi anlamak istiyorsan tekrar, tekrar bak!”

Sonra kendime bakıyorum. Gördüğüm manzara güzel değil. İçine doğduğum İslam geleneği, maddi alemin bilgisi konusunda pek de iç açıcı bir tablo çizmiyor. Temel rehberi olan Kur’an-ı Kerim’in açık ve sarih emirlerine ve ikazlarına rağmen, kainata bakma iştiyakını, gördüğünden hayrete düşme kaabiliyetini ve Sünnetullah’ın gizli yönlerini anlama tecessüsünü neredeyse tamamen yitirmiş! Günde beş vakit, zamana bağlı bir ibadeti ifa ile yükümlü kılınan Müslümanlar, her nasıl oluyorsa, son bir kaç asırdır ciddi bir astronom çıkartamamış. Her gün en az beş defa aynı kıbleye yönelmesi istenen Müslümanlar arasından, son bir kaç yüzyıldır nam salmış bir coğrafyacı duyulmamış. Ankebut Suresi’nin 20 numaralı ayetinde(*) tüm Müslümanlara açık ve net bir emir olarak “yaratmanın nasıl başladığını anlamak için yeryüzünü gezip dolaşma” talimatı verilmiş olmasına rağmen, son bir kaç yüzyıldır adını bildiğimiz hiç bir Müslüman biyolog, jeolog, palentolog yahut antropolog çıkartamamışız. Kısacası, sadece Kur’an’ın açık işaretlerine bakarak, bu gün bilim ve teknoloji anlamında bulunduğumuz nokta, başımızı öne eğdiriyor ve bizi Rabb’imiz karşısında mahcubiyetten suskun bırakıyor.

Maddenin ilmini neredeyse bu gün tamamen “Batı”dan alıyoruz. Bu kainatın nasıl yaratıldığına, yıldızların nasıl teşekkül ettiğine, canlıların nasıl bu dünyaya dağıldığına, fiziğe, kimyaya, nanoteknolojiye, tıbba, psikolojiye, sosyolojiye ve dahi bilginin tüm alanlarına dair elimizdeki malumatın neredeyse tamamı, İslami değil, seküler ve materyalist temelli batı biliminin ürünleri. Maddeci bir saikle işe koyulan batı, maddeyi anlamakta özellikle geçtiğimiz yüzyılda çok ciddi mesafeler kat etti. Size derdimi arz etmeye çalıştığım bu yazının yazılmasını ve şu anda sizin bunu okumanızı mümkün kılan teknolojinin neredeyse her kademesi, modern batı biliminin ürünü. Bu gelişmişlik, çoğu zaman bizi hayrete düşürecek boyutlara ulaşıyor. Müslüman bilim meraklıları ve bilim alanının profesyonelleri, her gün onlarca yeni keşif haberlerini tercüme yoluyla takip etmeye çalışıyorlar. Elbette arada Müslüman bilim emekçilerinin isimleri de okunuyor; ama hala bilim kitabının kurallarını, madde temelli batı bilimi yazıyor.

Bazen, bilimsel keşiflerden bir kısmı özellikle ilgimizi çekiyor. Yeni bulunan galaksiler, Büyük Patlama gibi kuramlar, birbirine karışmayan denizler, karadelikler, canlılar dünyasındaki harikalar, bedenimizdeki akıl durduran mekanizmalar… Özellikle bu gibi bilimsel bulgular ile Kur’an ayetleri arasında ilişkiler bulmayı çok seviyoruz. Fakat tüm bu bilgilerin işaretleri Kur’anda mevcutken, bunları neden Müslüman bilginlerin bulamadığı çok sık gelmiyor aklımıza. Daha da ilginci, ekserisi “inançsız” olarak bilinen bilim adamlarının çalışmaları sonucu Kur’an’daki bilgileri teyit ediyor oluşumuz, bizde görünür pek bir rahatsızlık oluşturmuyor gibi.

Öte yandan, batı biliminin bazı netameli mevzuları bizim için tartışma konusu dahi olmadan reddediliyor. Bunların belki de en ünlüsü, canlıların evrimi konusu. Canlıların nasıl yaratıldığı ve bu dünyaya hangi kurallar çerçevesinde yayıldığı son bir kaç yüzyıldır Müslümanların ilgi alanına hiç girmemiş olmasına rağmen ve bu konuda hemen hemen hiç bir fikrimiz yokken, bu konuda yapılan araştırmaların sonuçlarını şiddetle reddetme ve görmezden gelme eğilimimiz hala çok yaygın. Hem de aslında reddiyemizin, Hristiyan kilisesi ile bilim adamları arasındaki asırlık bir kavganın doğudan ithal versiyonu olduğunu tamamen göz ardı ederek yapıyoruz bunu. Dünyayı gezip araştırma işini hiç yapmadan, bu işi yüz yılı aşkın bir zamandır rutin olarak yapan batılı bilim adamlarını bir kalemde silmekte beis görmüyoruz.

“Allah’ın ipine sarılma” noktasında nasıl bir hata işlediğimizi merak edip de kendi mesleğimin gözlüğüyle duruma baktığımda gördüğüm acı manzaranın hülasası bu…

Ağır bir misyonumuz var

Üzerinde bulunduğumuz coğrafyada yaşayan insanlar, aslında hiç de sıradan bir insan topluluğu değil. Bu coğrafya, tüm semavi dinlerin ve neredeyse bütün önemli felsefi fikirlerin dölyatağı. İnsanlığın başlangıcından beri Mezopotamya ve Anadolu coğrafyası, hemen her dönemde, insanlığa yön verecek bilgilerin neşet etmesi için hazırlanmış, özel bir mekan gibi görünüyor. Bin yılı aşkın zamandır İslam bayrağı altında medeniyetler kuran dedelerimizin bıraktığı kültür ve toplumsal kodlar, ister fark edelim ister etmeyelim, adeta genlerimize işlemiş halde bizimle birlikte. Fakat son bir kaç yüzyıldır, sebepleri benim ilmimi aşan bir fetretin pençesinde kıvranıyoruz.

Bütün bunlara rağmen, “ümmetler yarışı”nda gerilere düşmüşüz. Sebepleri elbette muhteliftir, elbette ki sadece benim bilgimle bu büyük hastalığın teşhisi konamayabilir. Fakat yine Kur’ana bakarak, “Allah’ın ipine sımsıkı sarılma”, yani O’nun bize bahşettiği mesajı her devirde yeniden ve yeniden okumaya üşenme rahatsızlığının tam da meselenin merkez noktasını oluşturduğunu görmek, çok zor değil. Teşhis bu şekilde belirlendiği zaman da çözüm aslında kendiliğinden ortaya çıkıyor.

Diyanet İşleri Başkanı Sayın Prof. Dr. Mehmet Görmez’in Kültür Ajanda Dergisi’nin Haziran 2014 sayısında yayınlanan mülakatı, bu konuda şahsıma ve benim gibi düşünenlere umut veren mesajlar içeriyordu. Bunlardan belki de en önemlisi “Kainatın ayetlerini anlamayanlar, Kur’an’ın ayetlerini de anlayamazlar” ifadesidir. Her 5-10 yılda bir Kur’an’ın yeniden tefsir edilmesi gerektiğini belirten Görmez, bu “tercüme” faaliyetinin sadece tefsir uzmanlarınca değil, bilim alanında uzman insanların da katılımıyla amacına ulaşabileceğinin defaatle altını çiziyor.

Türkiye Cumhuriyeti Diyanet İşleri Başkanı’nın ağzından bu sözleri duymak, gelecek adına umutlarımızı yeşerten müthiş bir müjdedir aslında. “Anlayalım diye Arapça olarak indirilen” hayat rehberi Kur’an-ı Kerim’in, günümüzün bilgisine hakim bilim adamlarıyla birlikte yeniden, yeniden ve tekrar yeniden okunması, yeni baştan anlaşılması ve anlatılması gerekiyor. Kur’an’ın asli mesajlarından en önemlisi olan “kevni ayetlere dikkat çekme” mesajının, yeni nesillere doğru biçimde anlatılması gerekiyor. Bu görev, bu gün bizlerin omuzlarındadır.

Eğer bu görevi hakkıyla yerine getirmeye niyet edersek, yani mesleği ve uzmanlığı ne olursa olsun, dünyanın ve kainatın güncel bilimsel bilgisine sahip insanlarımızla, kainatın ezeli tercümesi olan Kitabımız’a bakmaya karar verebilirsek, yüzyıllardır avuçlarımız arasından kayıp duran o kutlu ipi tekrar sımsıkı kavramak yolunda büyük bir aşama kaydedeceğiz. Geleneğin ve geçmişin sırtımıza yüklediği tüm zan ve ön yargılardan kurtulup, Kadir-i Mutlak’ın bize ne mesaj verdiğini yeni baştan anlamaya çalışırsak, önümüzde açılacak yeni ufukların bizi bambaşka diyarlara ulaştıracağını ve tüm insanlığın beklediği kurtuluşun tohumlarının bu çabada saklı olduğunu, imanen kat’iyet derecesinde biliyoruz.

Eğer bu zor görevi ifa etmek yolunda ciddi bir niyet ve cehd ortaya koyabilirsek, Filistin’de, Mısır’da, Myanmar’da, Bosna’da ve dünyanın daha nice yerlerinde zulüm altında inleyen Müslümanların durumuna kahrolmak yerine, insanlığa saadetin yollarını yeniden gösteren bir medeniyeti nasıl inşa edeceğimizi konuşmaya başlayabileceğiz. Çok geciktik, boşa çok zaman harcadık. Artık bir an olsun durma lüksümüz yok; zira bütün dünya yüzyıllardır bizlerden bunu bekliyor…[divider] [/divider]

(*) Ankebut Suresi 20. ayet: De ki: Yeryüzünde gezip dolaşın da, Allah ilk baştan nasıl yaratmış bir bakın. İşte Allah bundan sonra (aynı şekilde) ahiret hayatını da yaratacaktır. Gerçekten Allah her şeye kadirdir. 

(Haber Ajanda Dergisi Temmuz 2014 sayısında yayınlanmıştır)

Oruç ne işe yarar?
Pek bakmadığımız bir açıdan “bağımlılık”

İLGİLİ YAZILAR:

Evrim-İslam hakkında SSS

Son TV programımızdan sonra evrim ve İslam inancı tartışması yeniden alevlendi. Ben de bir “Sık Sorulan Sorular” dosyası hazırlayayım ve mevzuları burada toparlayıp merak edenlerin hizmetine sunayım dedim. (YAZININ DEVAMINI ve GENİŞLETİLMİŞ…

Ömrümüzden uzun kavgalar

Yarım asra yakın zamandır bu ülkede yaşıyorum. Yetmişlerde küçük bir çocuktum; seksenlerde erken gençlik, 90’larda delikanlılık, 2000’lerde erişkinlik ve şimdilerde de orta yaşlılık dönemlerinden geçerek, çok şükür, devam ediyoruz nefes…

Oruç ne işe yarar?

Ramazan ayı geldiği zaman kadın-erkek tüm Müslümanlara farz olduğu üzere tatlı bir oruç telaşıdır başlar. Oruç, tan yeri ağarmasından (imsak) güneşin batışına kadar yeme içme ve cinsel aktiviteyi durdurma anlamını…