Boşlukları dolduralım!

Bilim, Sinirbilim

Beynimizin faaliyetlerine yakından baktığımızda bizleri hayrete düşüren bir çok marifetle karşılaşırız. Bunlardan bir tanesi de duyularımız aracılığı ile gelen bilgiler arasındaki boşlukların beynimiz tarafından doldurulmasıdır. Bu sayede, ömrümüz boyunca duyularımızdan gelen bilgilerdeki anlamsız kesintilerle uğraşmak yerine, tamamlanmış ve pürüzsüz bir gerçekliğin tadını çıkartabiliriz. Tabii bu şaşırtıcı özelliğin bazı dikkat edilmesi gereken handikapları da yok değildir. Ne demek istediğimi biraz açayım:

Duyularımızdaki boşluklar 

Dış dünyadan beş duyumuz aracılığıyla, vücudumuzun içinden ise “derin duyular” dediğimiz bir çok kaynak üzerinden sürekli bilgiler alırız. Bu bilgiler sayesinde, hem etrafımızdaki dünyanın, hem de bu dünya içinde kendi vücudumuzun durumunun farkında olabilmekteyiz. Dış dünyadaki bazı değişiklikleri elektrik sinyallerine çevirip beynimize gönderen duyu sistemi, beyinde iletişim kurdukları yere ve gönderdikleri elektrik sinyallerinin sıklığına göre, beyin tarafından yorumlanır. Dış dünyadaki çok az değişkene tepki verebilen duyu algılayıcılarımız, bu az miktarda bilgiyi de olduğu gibi gönderemez. Biyolojik sistemin sınırlılıkları dolayısıyla büyük bir dönüştürme ve çarpıtma işlemi de kaçınılmaz hale gelir. Fakat beynimiz, her ne kadar dış dünyanın karmaşıklığı ve zenginliği karşısında çok basit düzeyde de olsa, gelen bu bölük-pörçük sinyallerden, muhteşem bir dünya tasviri çıkarabilecek şekilde tasarlanmıştır. Şimdi duyularımızın muzdarip olduğu bazı kesiklilikleri ve boşlukları hatırlayalım:

 

Zamansal birleştirme 
Hemen hepimizin bildiği gibi, zaman içinde çok sık aralıklarla tekrarlayan bir çok uyaranı “sürekli” gibi algılama eğilimimiz vardır. Örneğin, evlerimizde yanan ampüllerin aslında saniyede 40-50 kez yanıp söndüğünü biliyoruz; fakat bu gözümüz ve beynimiz için o kadar hızlıdır ki, bizler bu ışığı kesintisiz ve sürekli olarak algılarız. Ses için de aynı şeyler geçerlidir; sık tekrarlanan ses atımları, belli bir sıklıktan (yaklaşık saniyede 20-25 tekrardan) sonra sürekli sesler olarak algılanırlar. Bu “boşluk doldurma” beynimizin, biz hiç farkında olmadığımız halde bize sağladığı kolaylıklardan birisidir.

Kör nokta 

Göz küremiz, dışarıdan gelen ışığı retina denen sinirsel tabakaya odaklamaya ve dış ortamdaki görüntünün gözün içinde net bir biçimde tekrar üretilmesinden sorumludur. Üretilen bu görüntü, retina üzerindeki özel “ışık algılayıcı” (fotoreseptör) hücreleri, ışık şiddeti ve dalga boyu (renk) özelliklerine bağlı olarak uyarır ve bu uyarılar beynimize gönderilir. Işık algılayıcı hücrelerin oluşturduğu sinyalleri beyne taşıyan hücreler, optik sinir denen bir sinirde bir araya gelerek göz küresinin arka kısmından çıkıp beynin içlerine doğru ilerlerler. Göz küresinden optik sinirin çıktığı nokta retinamızın ortalarında bir yerlerde olmasına rağmen, o bölgede, mecburen, ışık algılayıcı hücreler yoktur. Bir başka deyişle, dış dünyanın retinamız üzerinde oluşturulan imgesinin ortasında aslında “kör”, yani görmeyen bir alan vardır. İnanmıyorsanız, bunu aşağıdaki basit test ile siz de görebilirsiniz. 

Kör nokta testi: Sol gözümüzü elimizle kapatıp sağ gözümüzü yukarıdaki artı işaretine odaklayalım. Bu şekilde daha sonra yavaşça başımızı bilgisayar ekranına doğru ilerletelim. Bir miktar ilerledikten sonra sonra sağdaki noktayı göremediğimizi fark edeceğiz. Çünkü bu anda nokta sağ gözümüzdeki kör nokta üzerine düşmüş olacak. Daha da fazla ilerlersek noktayı yine görmeye başlayacağız (Kaynak). 

Göz kırpma 
Gözümüzün sağlıklı bir şekilde işlev görebilmesi için, göz kapaklarımızın arada bir kapanıp açılarak gözü nemlendirmesi ve yabancı maddeleri uzaklaştırması gerekir. Buna göz kırpma diyoruz. Normalde bir insan dakikada ortalama 16 kez göz kırpar. Bu da bir günde 16 binden fazla göz kırpma anlamına gelir. Süresi çok kısa olsa da (saniyenin içte biri kadar) her göz kırpmada beynimize akan görme bilgisi kesintiye uğrar. Yani her göz kırptığımızda aslında saniyenin kesileri kadar bir süre körleşiriz. Bu süreyi bir gün için hesaplarsanız kabaca birbuçuk saat kadar kör olduğumuzu görebilirsiniz! Fakat ilginçtir, bilinçli olarak dikkat etmezsek bu “kararmaları” hiç bir şekilde fark etmeyiz. Beynimiz yine, görme duyumuzdaki bu zorunlu boşluğu kapatarak bizim rahat bir şekilde hayatımızı sürdürmemizi sağlar.

Temas etme 
Atomların %99.99 oranında boşluktan ibaret olduğunu biliyorsunuz; ve kuantum fiziğinin kuralları gereği, hiç bir atom uzayda aynı yeri işgal edemez; yani birbirlerine temas edemezler. Pekala atomlar düzeyinde hal böyle iken, biz nasıl oluyor da, mesela, bilgisayarımızın tuş takımına temas edebiliyoruz? Cevap basit, aslında temas ettiğimiz falan yok. Ölçemeyeceğimiz kadar küçük yakınlaşmaları “temas” olarak yorumlayan ve minicik boşlukları dolduran bir beynimiz var; hepsi o!

Pürüzlü yüzey algılama 
Dokunma demişken; bir yüzeyin pürüzlülüğünü elimizle dokunarak nasıl algılayabiliyoruz? Derimiz bir yüzeyle “temas” ettiğinde, derideki çeşitli algılayıcılar beynimize sinyal göndermeye başlar. Bu sinyallerden bir kısmı da “titreşim” sinyalleridir. Elinizi pürüzlü bir yüzeye sürttüğünüzde, parmak uçlarınızın derisinde harekete bağlı olarak oluşan titreşim, titreşimi algılamaya özel algılayıcılar tarafından elektrik sinyallerine dönüştürülüp merkezi sinir sistemimize gönderilir. Fakat burada da bir kesiklilik sorunu vardır: Titreşim sinyalleri atlamalıdır ve saniyede belli sayılarda devirler halinde tekrar ederler. Yine burada da beynimiz, bu titreşim verilerini birleştirerek bize kesintisiz bir “doku” deneyimi sunmakta gayet mahirdir.

Boşluk doldurmanın sakıncaları 
Duyularımızdan konuşurken bize paha biçilmez avantajlar sağlayan boşluk doldurma özelliği, akıl yürütme süreçlerimiz söz konusu olduğunda başımıza bazı işler açabilir. Beyinde keşfettiğimiz bir çok mekanizma, aslında farklı düzeylerde ve farklı biçimlerde karşımıza tekrar tekrar çıkar. Boşluk doldurma da böyledir: Mesela üç saniye kadar bir süre içinde meydana gelen olayları “eş zamanlı” olarak algılama eğilimindeyizdir. Bundan dolayı “şimdi” dediğimiz “an”, aslında üç saniyelik bir zaman dilimine karşılık gelir. Dolayısıyla kısa süre aralıklarla cereyan eden olayları daha sonra hatırlamaya çalıştığımızda, algımızın bizi oldukça yanıltması mümkündür. Hatta çoğu zaman, yakın zamanlarda birlikte gerçekleşen olaylardan birinin ritmindeki değişikliğin, diğer olayların da ritminin değiştiği şeklinde bir yanılsama yarattığını biliyoruz. İçki servisi yapılan yerlerde bilinen bir müzik parçasının müşterilere biraz hızlı bir devirde dinletilmesinin, insanların içkilerini çok daha hızlı bitirmesine neden olduğunu biliyoruz. Benzeri bir çok deney, eş zamanlı verilen ışık ve ses gibi farklı ve tekrarlı uyaranlardan bir tanesinin sıklığı değiştirildiğinde, zihnimizin bu değişimi, aslında aynı sıklıkta devam eden diğer uyarana da yakıştırması şeklinde ortaya çıkan bir yanılsamanın varlığını göstermektedir (bir örnek).

Bilgi boşluklarını doldurmakBoşluk doldurmanın daha fena bir etkisini yaşantımıza yön veren fikirlerimizde görebiliriz. Bir çoğumuz, evrenin işeyişinden arkadaşımızın ne düşündüğüne; bize hangi şapkanın yakıştığından dünyayı kurtaracağına inandığımız inançlarımıza kadar bir çok mevzuda fikir sahibiyizdir. Her birimiz bu fikirleri ölümüne savunmasak da, fikirlerimiz, karar alırken ve yeni fikirler oluştururken bizlere yön veren temel referanslarımızdır. Ciddi ve disiplinli bir düşünme ve araştırma süreci, bildiğimizi sandığımız bir çok meselenin aslında bize hiç de o kadar açık gelmediğini, çoğu kez dehşet içinde fark etmemize neden olabilir. Bunun temel sebebi, beynin ve beynin aracılık ettiği zihnimizin “boşluk” sevmemesi; olası her türlü bilgi veya fikir boşluğunu, bizi rahat ettirecek bir şekilde örtbas etmesidir aslında. Eğer fikirlerimiz, kararlarımız ve düşüncelerimiz üzerinde düşünme alışkanlığımız yoksa, bu boşlukları hiç bir zaman fark etmeyebiliriz. Ve eğer kendimizi bir fikir çatışması içinde bulursak, kesin olarak bildiğimizi ve inandığımızı sandığımız şeyler uğruna her şeyi yapmayı göze alabiliriz.

Kısacası bedenimizde hiç bir şey aslında “olduğu gibi” değil. Bu durum sadece bize de has değil; sinir sistemi olan bütün canlılarla paylaştığımız ortak özellikler bunlar… Fakat bizim diğer canlılardan farkımız, bunu bilebilmemiz ve eksiklerimizi tamamlamak yönünde kafa yorabilmemiz. Bu da insan olmanın bedellerinden birisi olsa gerek…

Bilimle uğraşmak isteyen gençlere minik hatırlatmalar
Canlılık hakkında ne bilebiliriz?

İLGİLİ YAZILAR:

Kafamızdaki Sağ ve Sol

Beyin bilimleri ile uğraşan insanlar, sadece bir organımızın faaliyetlerini anlamakla uğraşmazlar; onların temel meselesi, başta insan denen bu muamma olmak üzere, canlıların neden bu şekilde davrandıklarını çözmeye çalışmaktır. Zira beyni…

3-D filmler aslında kaç D?

Üç boyutlu film denen meseleyle yıllar önce ilk karşılaşmamı unutmam mümkün değil. Henüz bir ortaokul öğrencisi iken Ankara’nın o zamanlar Çankaya Sineması adıyla bilinen ünlü mekanında “Dehşet Diyarı (Metalstorm)” adlı…