Talipler nerede?

Düşünceler, Genel, Güncel

Her düşündüğümde beni dehşete düşüren bir gözlemimi paylaşmama izin verin.

Yaklaşık yirmi yıldır çeşitli üniversitelerde öğretim üyeliği yapıyorum. Başta tıp fakülteleri olmak üzere, sağlık bilimlerine ait hemşirelik, fizik tedavi, beslenme gibi bölümlerle, diş hekimliği ve psikoloji alanlarında dersler veriyorum. Şimdiye kadar binlerce öğrencim oldu. Derslerimde sadece elimdeki müfredatı anlatıp geçmek beni kesmediğinden, sıklıkla da öğrencilerimle hayata ve ideallere dair konuşma fırsatı yaratmaya çalıştım. Yıllar içinde yavaşça fark ettiğim acı gerçek ise şuydu: Öğrencilerimin hepsi, Türkiye’de belli eğitim derecelerinden geçmiş, yıllarca okumuş, üniversite sınavı denen bir sınav engelini aşmayı başarmış, çeşitli meslek eğitimleri almak üzere üniversite eğitimine başlamış insanlardı. Kısacası, üniversite sınavı kıstas olarak alınacak olursa, bu gençlerin tamamı belli bir eleğin üzerinde kalmış, seçilmiş insanlar olarak düşünülebilir. Hayattan ne beklediklerine dair ufak sondajlamalar yapmaya başladığımda çoğu kez koca bir “hiç” ile karşılaşıyorum. İlim yapmak, meslek inceliklerini öğrenmek için üniversiteleri dolduran bu gençlerin hemen hepsi, sıradan bir hayata, sıradan ve ortalama bir rutine ve olabildiğince sıradan bir ömre hazırlanmaya şartlandırılmış gibiler. Dünyayı değiştirebileceğine, yeni düşünce ufukları keşfedebileceğine inanan, kendisinden bir tane daha olmadığı gerçeğinin farkında olan çok az öğrencim oldu maalesef. Kabaca, uzaktan, herhangi bir sayısal ölçüm ve çalışma yapmadan, sadece gözlemlerime dayalı olarak, elimden geçen öğrencilerin yüzde sekseninden fazlasının böyle bir ruh halinde olduğunu söyleyebiliyorum, maalesef. İlme, önderliğe, dünyayı daha iyi bir yer yapmaya, düşünülmemişi düşünmeye, yapılmamışı yapmaya cesareti olan çok az öğrenci tanıdım. Cesareti olanların büyük çoğunluğunun da örneği ve yöntemi yoktu.

Dünyayı değiştirmeye kararlı insanları bırakın, değiştirmeyi hayal edebilen insanlar bile yetiştiremiyoruz. Var olanlar ise tamamen sistem kazası…

Gençlik

Farklı fakülte ve bölümlerde derse girmenin bir avantajı da karşılaştırma yapabilecek kadar çeşitli örnek görebilmem oldu aslında. İlk düşünüldüğünde, en yüksek puan dilimininden öğrenci alan tıp ve diş hekimliği gibi alanlarda bu oranın daha yüksek olmasını bekleyebilirsiniz. Ama maalesef öyle değil. Hatta hafifçe tersi: Sistemde başarı arttıkça, sisteme uyum ve çizilen kutunun dışında düşünebilme yeteneği köreliyor. Giriş puanları için harcanan çaba arttıkça, sisteme daha sıkı bağlanılıyor, rutin daha kıymetli hale geliyor.

Fakültelerimizde okuyan üniversite öğrencilerimizin büyük çoğunluğu “bilme”ye, “ilme” talip değil. İstedikleri arasında gerçekliğin yeni yüzlerini görmek yok. Sınavlarda çıkacak soruları bilmek, sadece dereceleri-sertifikaları toplamak, sadece gerekli basamakları çıkmak, hayatlarını idame ettirmek ve sonuçta “huzurlu” bir emeklilikle ölüp gitmek. Vadettiğimiz ve vazettiğimiz yaşam, bundan ibaretmiş gibi görünüyor.

Bu manzara, insanım diyen herkesin kanını dondurmalıdır. Dondurmuyorsa, ciddi bir sorunumuz var demektir.

On iki yıl temel eğitim veriyoruz. Üzerine yıllarca üniversite eğitimi. Ardından lisans üstü eğitimlerde harcanan yıllar… Sonuçta ne elde ediyoruz? İnsanlığa fayda anlamında ancak bir arpa boyu yol gidebiliyoruz. İnsandan başka hiç bir canlı, sırf hayatını sürdürebilmek için ömrünün neredeyse yarısını “öğrenme” süreçleri için harcamıyor. Evet, beyin geliştikçe, oyun ve öğrenme ile geçirilmesi gereken zaman uzuyor (mesela maymunlarda olduğu gibi). Fakat insandaki bu ömür israfı, hele ki günümüzde, akıl alır boyutlarda değil.

Meslek garantisi?!?

Üniversite tercihi yapacak gençler bana internet üzerinden ulaşarak genelde hep aynı soruları soruyorlar: Puanıma göre şöyle seçeneklerim var, hangisinde işim garanti, hangisinde para kazanabilirim? Bu tarz soruları her duyduğumda içimi bir ürperti kaplıyor. Çünkü gençlerimize “ne istediklerini” sormayı, buna kafa yormayı öğretmiyoruz. İstemeyi bilmiyorlar. Hayatlarını ne ile geçirmek istediklerini düşünmeye gerek görmüyorlar. İşe girmeyi ve para kazanmayı tek ama olarak görüyorlar. Böyle öğretiyoruz, sistem bunun üzerine kurulu.

Cevaben soruyorum: “Sen neyi istiyorsun?” Cevaptan evvel çoğu kısa bir şok yaşıyor. Sonra “istedikleri” geliyor: Genetik mühendisliği, tıp, diş hekimliği… Yani eğitimleri boyunca ve eğitimle ilgili sohbet süreçlerinde akıllarına sokulan, iş garantili, prestiji-kendinden-menkul meslekler bir bir sıralanıyor. Astronomi, arkeoloji, dinler tarihi, paleontoloji, felsefe, biyoloji öğrenmek, bu alanlarda çığır açmak isteyen yok denecek kadar az. Onlara genelde söylediğim şey özetle şöyle oluyor: Ne okursan oku, sevdiğin ve istediğin bir alan olsun; ve o alana dair bir şeylerde herkesten iyi olmaya bak. O zaman para da ün de başarı da seni takip eder…

Ama ne kadarı anlaşılıyor, ne kadar işe yarıyor bilmiyorum…

Kalabalıklara kafa yetiştirmek

suruc-ta-bombali-saldiri

20 Temmuz 2015 günü Urfa Suruç’ta 30 gencecik insanımızı alçakça bir bombalı saldırıya kurban verdik. Çoğu üniversite öğrencisiydi. Öğrendiğim kadarıyla 6 Hukuk, 4 Tıp, 8 Psikoloji, 6 da Sosyoloji öğrencisi vardı aralarında (Bu yazıyı da hemen olayın ertesi günü yazıyorum). Caniler ve hainler yine işlerini yaptılar, yaptılar da, o gencecik insanları o meydana sürükleyen psikolojik alt yapıya bakamadık yine.

Ta öğrencilik dönemlerimde, Hacettepe’de, her vesile ile gösteri için toplanan öğrenci gruplarını izler, oradaki arkadaşlarımla konuşurdum. Benim için üniversite öğrencisi olmak, kalabalık gruplarla toplanarak bağırıp-çağırma yoluyla değişim aramak değil, insanları değişmeye ikna edecek fikir ve imkanları üretmek üzerine konuşmak ve çalışmak demekti. O gün de öyleydi, bu gün de aynı şeyi düşünürüm. Ama bu ülkenin üniversitelerine girmeye hak kazanmış güzide insanları, değişimi ancak, kimi zaman şiddet dozu yüksek eylemlere varacak taşkınlıklar üretebilen kalabalıklar içinde bulunmakla gerçekleştirebileceklerine inandırılıyorlar.

Koskoca bir İnsan, öyle nice koskoca insanlar, pırıl pırıl genç zihinler, vahşi kalabalıklarda birer slogana indirgeniveriyorlar. Onlar bunu duyarlılık adına, yüksek niyetlerle yapıyorlar ama onların sınırsız potansiyellerini böyle nümayişlerde, böyle negatif enerji deposu protestolarda harcayan muktedirlerin çarklarının nasıl işlediğini göremiyorlar.

Görmeyi öğretmiyoruz. Görenleri göremiyoruz. Elbette Suruç’a ellerinde oyuncaklar ve yüreklerinde güzel niyetlerle güle oynaya giden o gençler, bildiklerinin en iyisini yapıyorlardı; ama bu bizi ve sistemi asla temize çıkartmaz. Biz onlara daha iyi bir yol gösteremediğimiz için, gösterilerden, sloganlardan, basın açıklamalarından ve daha bir sürü başka arkaik yöntemden medet ummaya devam ettiler.

Başka yol bilmiyoruz

Yirmi yılı aşkındır internet güncelerine (blog) yazıyorum. Kendi fikirlerimi, üniversiteyi bitirdiğim günden beri buralarda dile getiriyorum. Kızsam da sevinsem de şaşırsam da yazıyorum. Belki bir kaç kişi okuyor, ama ben kişisel notlarımı almaya devam ediyorum. Bazen, talip olanların hayatına dokunuyor yazdıklarım; aralarından bazıları bana dönüş yapıyor, o zaman anlıyorum, düşünmenin ve ölçülü konuşmanın ne kadar önemli olduğunu. Bir daha fark ediyorum, yapmanın ne kadar zor, yıkmanın ne kadar kolay olduğunu. Hele ki bu gün, cep telefonunuzdan canlı video yayını yapabildiğiniz bir zaman diliminde, meydanlarda pankart açarak muktedirlerin davranışlarını değiştirebileceğine inanmaya devam eden gençlerin hala var olması, hem de bunların pırıl pırıl gençlerimizin arasından çıkması, bizim ayıbımızdır, eğitimimizin ve kafa yapımızın rezaletidir. Onlara daha iyi bir dünyanın nasıl kurulabileceğine dair bir şey öğretemiyoruz, çünkü biz bilmiyoruz.

Siyaset ve ideolojik saçmalıklar, din adı altındaki muhtelif hezeyanlar, günlük gereksiz malumat yığınları, bulaştığında yapışan bir pislik sağanağı gibi yağıyor hayatımıza. Görmesek de kokusu burnumuzun direğini kırıyor, dermanımızı kesiyor; ayağımızın altında, dünyanın hakiki zeminiyle aramızda kaygan ve kaypak bir tabaka oluşturuyor.

İnsan bilgisinin okyanusta damla dahi olmadığını bilen, o damlayı büyütmek için önünde nice fırsatlar olduğunu görebilen, bu açık gerçeği unutturamadığımız insanların sayısı hızla azalıyor; yahut sesleri, bu berbat çığlık orkestrasında sönükleşiyor. Bizim felaketimiz, türümüzün kıyameti işte buradan kopacak. Taliplere ihtiyacımız var. Bilgiyi, ilmi, irfanı, hikmeti, feraseti, basireti, kabına sığmamayı, taşmayı, coşmayı amaç edinmiş, verilenle yetinmeyen, etrafında yepyeni bir dünya inşa etme cesaretine sahip taliplere ihtiyacımız var. Üniversitelerde, okullarda değil sadece, her yerde. Bunu başardığımız takdirde, kazanacaklarımızı hayal bile edemeyeceğiz.

İnsanın kaderidir bu: Haddini aşabilme yeteneği bahşedilmiş tek canlıdır ve ne yana doğru aşacağına karar verme hürriyetine de sahiptir. Çocuklarımıza ezbere dikte ettirdiğimiz dininden, mezhebinden, ideolojisinden, milliyetinden, geleneğinden önce “İnsanlığını” öğretmeden de bu hürriyeti adam gibi kullanmayı beceremeyeceğiz.

Şükran duygusu ne işe yarar?
Paylaş ve rahatla!

İLGİLİ YAZILAR:

Bu gün, daha dün “gelecek”ti…

Bu yazıyı okumaya başladığınızdaki “siz” ile yazıyı bitirdiğiniz andaki “siz”, aynı kişiler olmayacaksınız. Bu durum yazının muhteşem yahut şok edici özellikte bir içeriğe sahip olmasıyla ilgili değil; hepimizin ortak bir…

Herkes “eksik”tir…

Tabiattaki yaratılış ağacının en uç ve en gelişmiş meyvesi olan insanoğlunun bu kainata ve dünyaya bakarak öğreneceği çok şey var. Bunlardan bir tanesi de birlikte hareket etme ve birlikteliğin gücü…

Evrimsiz eğitim olur mu?

Milli eğitim bakanlığının ortaöğretim için internet sitesinde görüşe sunduğu müfredat taslağını sosyal medyadaki “evrimsiz müfredat” etiketleriyle duydum. Konu alanımla ilgili olduğu için bir çok kişi görüş istiyordu ve evrim kuramına…