Günümüzde bilim ve teknolojinin geldiği düzey, sıradan insanların zihinlerinde bilimi “her şeye kadir bir faaliyet” olarak, gereğinden çok yüce bir yerlere taşıdı. Sıradan insan, bilim adamlarının her şeyi bildiğini zannediyor. Biraz bilimle ilgilenenlerin önemli bir kısmı dahi bilim adamlarının üzerinde konuştukları tüm konuların detaylarına vakıf olduklarını düşünüyorlar. Bilimsel faaliyete yabancı olmayan takipçiler ve farklı alanlarda çalışan bilim adamlarının birçoğu ise aslında “bilimin henüz bilmediği/çözemediği çok şey olduğunu” bal gibi bilmelerine rağmen, gerek bilim adamlarını dinlerken gerekse bilimsel konular referanslar verirken bu gerçeği birdenbire unutuveriyorlar. Özellikle bilimin sınırlarını zorlayan ve o sınırları aşan konularda konuşurken…
Bu konuların en başta geleni de canlılık konusudur. Canlılık konusunda konuşan bilim adamlarını dinlediğinizde “çok bildikleri” zannına kapılabilirsiniz. Ama bir insan fizyolojisi doçenti olarak itiraf etmeliyim ki gerçek pek de öyle değildir.
Canlıların kökeni ve canlılığın tarihsel seyri üzerine yürütülen tartışmalarda zorunlu olarak bilimsel verileri kullanmamız gerekir. Elimizdeki bilimsel verilerin büyük bir çoğunluğu ise indirgemeci (reductionist) bir anlayışla, “doğayı parçalarına ayırarak incelemek ve bütünü parçalarının davranışı cinsinden açıklamak” şeklinde özetlenebilecek bir yaklaşımın ürünüdür. Darwin, evrim kuramını formüle ederken doğaya genel bir gözlükle bakmış; büyük ölçekli gözlemlerini, temel bilimsel bakış açısı ile birleştirerek ortaya bu güne kadar ulaşmış bir kuram koymuştu. Bu gün ise Dawin’in zamanında hiç bilinmeyen genetik, mutasyonlar, protein varyasyonları gibi konular bilimin merkezi konularıdır ve evrimsel değişimin mekanizmaları da bu narin ve detaylı alanlarda aranır hale gelmiş durumdadır. Acaba bu gün atomlar boyutunda yürütebildiğimiz araştırmalarımızdan elde edilen anormal miktarda veri, bize canlılık hakkında eskilerin bilmediği ne öğretti? Bu gün biyolojik bilimler ve tıbbi araştırmalar büyük oranda iki kaba ve sözsüz varsayıma dayanır. Bunlardan bir tanesi az önce bahsettiğimiz indirgemeci yaklaşımdır ki “bir bütünün, parçalarının özelliklerinin bir toplamından ibaret olduğu”nu ve “parçaların anlaşılmasıyla bütünün de zamanla anlaşılacağı”nı söyler. İkincisi ise, “canlılık dediğimiz şeyin, canlı bedeni oluşturan maddesel parçacıkların etkileşimi cinsinden açıklanabileceğini” kabul eden varsayımdır. Bu ikinci bakış açısına (veya “paradigmaya”) göre canlılık denen “şey”, yeterince karmaşıklaşmış (yeterli karmaşıklık düzeyine ulaşmış) madde parçacıklarının son derece kompleks ama anlaşılabilir ilişkilerinin doğal bir sonucudur. Yani canlılığın sürdürülebilmesi için “ruh” gibi metafizik kavramlara veya fizik alemin “ötesinden” müdahalelere gerek yoktur. Canlılığın meydana gelebilmesi için belirli (ve belki halen tesbit edilememiş ama ileride keşfedilecek lan bazı bileşenlerin de katıldığı) bir maddesel çorbanın varlığı yeterlidir; yaşam burada kendiliğinden “doğar”.
Kabaca özetlemeye çalıştığım bu “kaba” varsayım, bu gün biyolojik araştırmaların neredeyse temel paradigmasını oluşturur. Elbette bu ikinci varsayımın doğal sonuçlarından birisi de canlılığın, yeterince karmaşıklaşmış bir moleküler çorba sisteminden, kendi kendine ve “yoktan”ortaya çıkıvermesi mümkün görülebilmesidir (Darwinizm, canlılığın ortaya çıkışı konusunda böyle bir mekanizmaya dayanır). Mantığı doğrusal olarak takip ettiğinizde, tamamen maddesel nedenlere bağlı bir “yaşam”ın ilk ortaya çıkışını da tamamen mekanistik nedenlere bağlamak mantıklıdır. Bu basit, etkili ve cazibeli bakış açısına ve onun sağladığı açıklamalara şüpheyle yaklaşmak için bir nedenimiz var mı?
Şüphe duymamıza neden olacak temel ontolojik bir sorun var: Canlılığı maddesel bileşenlerin birbirleri ile olan rastlantısal ilişkileri cinsinden açıklanmaya çalışan yaklaşımlar, insanların da bizzat bu “canlılar” grubuna ait olmaları ve insan zihninin de aynı “kaza eseri” mekanizmalarla ortaya çıkması gerektiği sonucundan dolayı, tutarsızlaşıyor. Bu tutarsızlığı sanıyorum biraz açmamız gerek; en iyisi bir örnek üzerinden düşünmek:
Bir bilgisayarı anlamak
Diyelim ki 30’lu yıllarda bir kasabada yaşıyorsunuz ve hayatınızda daha önce hiç elektronik bir bilgisayar yahut hesap makinası görmediniz. İşlerinizi mekanik aletlerle hallediyor, hesaplarınızı mekanik hesap makinalarında yapıyorsunuz. Fakat bir gün (hikaye bu ya) yolda bir alet buluyorsunuz. Sizden 70-80 yıl kadar sonra insanların bu cihaza “dizüstü bilgisayar” adını vereceklerinden ve neredeyse çocuklara kadar yaygınlaşacağından habersiz olarak, merakla bu nesneyi alıp incelemek üzere eve götürüyorsunuz. Cihazın yanında ne bir kullanım kılavuzu ne de ipucu verecek bir doküman var.
Acaba elinizdeki 30’lu yılların teknolojisi ile böyle bir cihazı anlama şansınız var mı? Yeterince çalışır ve elinizdeki bütün imkanları kullanırsanız elbette var! İlk bakışta tuşları ve ekranıyla (çalışmasa bile) bunun bir nevi “daktilo” yahut daha karmaşık bir yazı makinası olduğunu kolaylıkla çıkartabilirsiniz. Fakat bu –bildiğiniz gibi- bilgisayarın işlevlerinden çok az bir kısmını temsil eder. Yeterince uzun süre cihazı incelerseniz, çalıştırmaya muvaffak olamasanız bile, içindeki bir çok parçanın görevi ve çalışma sistemi hakkında fikir edinebilirsiniz. En sonunda ise, kaçınılmaz bir şekilde, elektronik denen teknolojiyi geliştirir ve bu bilgisayarın bir bezerini dahi üretebilirsiniz. Neticede, bu bilgisayar gibi insan yapımı olan herhangi bir ürün, yeterince ayrıntılı olarak incelendiği takdirde herhangi bir insan tarafından anlaşılabilir. Bunun temel nedeni, tüm insan yapımı nesneler gibi, bilgisayarların dahi kategorik olarak insan zihnine göre çok alt düzeyde bir varlık olması; insan zihnine göre çok basit bir varlık düzeyinde bulunmasıdır. Dolayısıyla ne kadar karmaşık olursa olsun, insan yapısı bir nesne, temel teknolojilere sahip ve o teknolojiyi üreten insanınkine benzer bir (teknolojik bilgiye değil) zihinsel gelişmişliğe/olgunluğa sahip her insan tarafından anlaşılabilir.
Fakat, sözgelimi, mağaralarda yaşadığı varsayılan “ilkel insan”ın bir bilgisayarı aynı düzeyde anlayabilmesi, zihni kapasitesi bilgisayarı üretecek olgunlukta olmadığından, oldukça uzak bir ihtimaldir. Burada dikkat çekmeye çalıştığım konu “varlık düzeyleri” dir. Ernst F. Schumacher’e göre varlık düzeyleri alttan yukarı doğru sırasıyla “cansız, canlı, şuurlu ve kendinin farkında olan” şeklindedir. Schumacher’e göre bu varlık düzeyleri birbirlerinden kategorik olarak ve kökten farklıdır; birinin diğerine dönüşmesi için bilinen bir mekanizma önerisi bulunmamaktadır.
Tartışmanın “birbirine dönüşme” bölümünü şimdilik dışarıda bırakarak, bu varlık düzeylerinin kavranabilirliğine dikkat çekmek gerek: Alt varlık düzeyleri, üst düzeylerdeki özellikleri kavrayamazlar; bu durum aynen iki boyutlu varsayımsal bir yaratığın üç veya daha çok boyutlu bir varlığı kavrayamaması gibidir. Alt varlık düzeyleri, üst düzeylerle etkileşebilir, onların tezahürlerini algılayabilir fakat varlıklarını tam olarak kavrayamazlar. Daha da ilginci, bir varlık, ait olduğu varlık düzeyini de tam olarak algılayamaz; zira o varlık düzeyinin kurallarıyla bağlı ve sınırlarıyla da sınırlıdır. Dolayısıyla bir varlık düzeyini tam olarak anlayabilmek için daha üst bir varlık düzeyine ait olmak gerekir.
Bu karmaşık görünen örnekten yola çıkarak aslında çok basit bir açmazı daha iyi anlayabiliriz: İnsanoğlu, canlılar aleminden bir canlı olarak, kendisinin de kurallarıyla bağlı olduğu “canlılık” denen hadiseyi tam olarak anlama konusunda yetersizdir. Yıllardır sürdürülen araştırmalara ve günümüzün başdöndürücü teknolojisine rağmen, halen “canlılığın ne olduğu” sorusuna tatmin edici bir yanıt verilememiş olması da bundandır.
Canlılığı araştırırken, daha önce hiç bir insanoğlunun üretemediği, tekrar edemediği ve ilk oluşumuna şahitlik edemediği; ama aynı zamanda kendisinin varlık sebebi olan bir olayı sorgulamaktayız. Bundan dolayı da canlılığı anlamamız oldukça zor görünüyor. Bu iddiayı temelsiz bulanlara sunabileceğimiz en doyurucu delil, bu kadar bilimsel ilerlemeye rağmen halen yapay olarak “canlı bir hücre” üretememiş olmamızdır.
“Bu kadar bilimsel ilerleme” derken ne kastettiğimizi biraz açalım: Şu anda canlılığı oluşturan neredeyse bütün maddesel unsurları (ufak tefek eksiklerimiz olsa da) biliyoruz. Canlılığın temel programını içeren DNA moleküllerindeki şifreler çoktandır çözülmüş durumda. Bağırsaklarımızda yaşayan Escherichia coli bakterisinden meyve sineğine (Drosophila) hatta en karmaşık oraganizma olan insana kadar bir çok canlının genetik şifresini harf harf çözmüş durumdayız. Ayrıca bu günkü teknolojimizle istediğimiz canlının genetik programını haftalar içinde deşifre edebilecek durumdayız. Dahası da var: Az önce örnek olarak adı geçen E. coli bakterisini oluşturan bütün kimyasal maddelerin listesi elimizdedir. Fakat halen, listesi belli bu maddeleri aynı ortama koyarak; PCR gibi tekniklerle üretebildiğimiz DNA kodlarıyla bunları birleştirerek “sıfırdan” bir canlı yapmaya muvaffak olamadık.
İnsan gen haritasını çıkartma amaçlı olarak yürütülen İnsan Genom Projesi’nin lokomotiflerinden Celera Genomics şirketinin kurucusu Craig Venter, 2000’lerin başlarında “yapay hücre” yapabilmenin eşiğinde olduğumuzu tüm dünyaya duyurmuştu. Dünyanın en prestijli dergilerinin kapaktan verdiği bu “müjde”nin arkası bir türlü gelmedi. O günden bu güne canlı bir yapay hücre oluşturabilme konusunda dişe dokunur bir haber de duymadık. En son gelen haberler 2010 yılında sentetik olarak oluşturulan DNA dizisinin canlı bir bajteri içine yerleştirilmesiyle oluşturulan sentetik canlıya ilişkindi. Bu haberlere konu olan olay da canlılığın kodunun var olan bir örnek üzerinden çoğaltılarak yine canlı bir hücreey aktarılmasıydı aslında. Anlaşılan o ki, bahsedilen “eşiği” geçmek biraz zor olacak…
Diyelim ki canlı bir hücreyi bütün felsefi ve teknik zorluklara rağmen yapabildik. Acaba o zaman canlılığı anlamış mı olacağız? Pek değil…
Bir kere yapmaya çalıştığımız şey, daha önceden sayısız örneği var olan, milyonlarca örneğini incelemiş olduğumuz ve o örneklerden devşirdiğimiz bilgiyle bir araya getirdiğimiz bir ürün olacaktır. Yani bir “yaratım” (yoktan var ediş) değil, ancak bir tekrar üretim (reprodüksiyon) yapmış olacağız. Tıpkı ünlü sanat eserlerinin kopyalarını yapan reprodüksiyon ressamları gibi, kopyaladığımız sanatı ortaya koyan faktörleri ve onun esas bilgisini anlamaktan yine uzak kalacağız. Dahası, hücremiz “yaşamaya” başlasa bile, bu hücrenin nasıl “çalıştığını” muhtemelen yine tam olarak anlayamayacağız. Kaos teorisinin öngördüğü gibi, bilimsel olarak üç-beş günden daha uzun erimli hava tahmini yapamadığımız bir dünyada, küçücük bir hacmi dolduran ve birbirleriyle akıl almaz derecede karmaşık ilişkiler yürüten milyonlarca molekülün nasıl olup da evsahibine canlılık bahşettiğini (karmaşıklık sorunu yüzünden) muhtemelen hiç anlayamayacağız. Zira bu olaylar o kadar komplekstir ki, bu günkü bilgisayarlarımız bile en basit canlı bir hücrenin içinde olan bildiğimiz tüm olayları eş zamanlı olarak sanal da olsa taklit (simule) etmekten uzaktır.
Canlılığın ne olduğuyla ilişkili çok temel bazı bilgileri gözden kaçırıyor olmamız da kuvvetle muhtemeldir. Zira bilimsel verileri değerlendirirken, mecburen, genel kabullerimizin şekillendirdiği paradigmalarımızı kullanmak zorundayız ve bu paradigmalar bizim neye nasıl bakacağımızı; hatta neyi görüp neyi göremeyeceğimizi de belirler. Sözgelimi, canlılığın maddesel dünya dışında bir “sebebi” varsa bile, bu günkü paradigmamız ona bakmayı yasak ettiği için onu görebilmemiz de imkansızdır. Belki de her şeyin nedenini yanlış yerde arıyoruzdur?
Gördünüz gibi, bence işimiz zor…
ÖNEMLİ NOT: Yapay canlı çalışmaları teknolojik olarak çok büyük başarılardır; bunu kesinlikle yadsıyamayız. Fakat burada, tüm teknolojik gelişmelerimizi komik hamlelere indirgeyen canlılığın karmaşıklığının karşısında bilimin duurmunu konuşuyoruz ki bu ikisini birbirine karıştırmamak çok önemlidir.