Bir İslam araştırmacısının evrim ve Kuran hakkındaki değerlendirmeleri üzerine…
Bundan birkaç yıl evvel ofisimde beni ziyarete geldiği günden beri sevgili Melikşah Sezen’i beğenir ve takip ederim. Kendisi benim çok katılmadığım bir dini gelenek alanında derinleşmiş bir araştırmacı olmasına rağmen, bir çok konuda açık fikirliliği ve söze hakimiyeti, nezaketi, edebi ve zerafeti, bence bu devirde saygıyı ve dikkati hak eden ve gittikçe nadirat haline gelen özellikler arasında. Bana yaptıkları ziyarette de ilk tanışmamız olmasına rağmen yine benzer konular üzerinde kısa bir sohbetimiz olmuştu. Daha sonraları kendisiyle bir TV programında da beraber olmuş ve maalesef o programdaki talihsiz bir tartışma nedeniyle Melikşah Sezen ile aşırı aykırı uçlarda muhalif düşmek zorunda kalmıştık. Halbuki hissiyatım, aslında ilmi bakış açısı itibariyle oradaki “aidiyet” telaşlarımız olmadan çok daha verimli bir diyalog gerçekleştirebileceğimiz yönündedir.
Geçenlerde, geçirdiğim bir trafik kazası nedeniyle evimde istirahatte olduğum bir dönemde, kendisinin Eşref-i Mahlukat’ı Anlamak başlıklı kitabını okuma fırsatım oldu. Bu yazıda, küçük bir kaç not ile, ülkemizdeki temel bilim kültürü eksikliğinin tahlillerimizde bizi nasıl uçlara savurabildiğini ve halis niyetle yaptığımız yorumların bazen ne kadar sakıncalı sonuçlar doğurabileceğini özellikle eserin müellifi ve okuyucularına ikaz mahiyetinde bir not düşmek istedim.
Kitabın alt başlığı “Kur’an-Evrim münasebetinde usuli hatalar” diye yazılmış. Fakat daha açılışta en büyük usül hatalarından birisi “pat” diye kucağımıza düşüveriyor.
Evrimin ne olduğunu tartışmak
Melikşah Sezen, kitabına “Evrim nedir ne değildir” bölümüyle başlıyor. Bu bölümde maalesef daha en başta büyük bir hataya da imza atılıyor. Bu hata sadece Sezen’e ait değil, biyoloji konusunda kitabi bilgiye haiz olmayan bir çok kişiyle birlikte, azımsanmayacak kadar çok sayıda hekim veya biyolog bile aynı hataya sıklıkla düşebiliyor ve bu bizim bu konudaki eğitimimizin yetersizliğinden kaynaklanıyor. Hata şu: Evrim, gözlemlenebilir ve “açıkça” görülebilir bir fenomenin adıdır. Tanımı da pek açıktır: Canlı organizmaların nesiller boyunca geçirdiği değişimlere evrim denir. Evrim, bilimsel bir teorinin adı değildir. “Evrim teorileri”, evrim gerçeğini açıklamaya çalışan insanların ortaya koyduğu açıklama çabalarıdır. Sezen, kitabın bu kısmında “evrim”i tanımlamaya çalışırken, evrim teorilerinden alıntılar yapıyor ama şu soruyu sormayı (çok yaygın bir alışkanlık olduğu için olsa gerek) atlayıveriyor: Bu kadar “teori” denemesi, neyi açıklamaya çalışır? Aksi yönde bir “teori” neden yoktur? Yani canlıların “pat diye” ortaya çıkma mekanizmasını açıklamaya neden hiç kimse kalkışmamıştır? Bu hikaye neden sadece geleneksel anlatılardan gelir? Bu temel soru sorulmadıkça, evrim denen açık gerçeği insan aklının bir “senaryosu” sanma yanılgısından kurtulamıyoruz. Bu hatanın çok yaygın olması, bu konuda ilmi bir çalışma yapma niyetini beyan ederek satırlarına başlayan Melikşah Sezen’in sorumluluğunu ortadan kaldırmıyor; aksine yükünü ağırlaştırıyor. Evrim konusunda bir şeyler söyleme iddiasındaki bir kitabın, önceden muhakkak konu hakkında donanımlı ve reddiye ısrarından muaf en az bir biyolog tarafından gözden geçirilmesi gerekirdi. İstese ben bunu severek yapardım; ki daha evvel Mustafa İslamoğlu’nun İslam ve Evrim kitabı için böyle bir katkı sağlamıştım.
“Açıkça gözlemlenebilen bir gerçek” derken, daha önce mezkur TV programında da bahsi geçtiği üzere, evrim gerçeğini insanların göremediğini, açık ve net olmadığını sıklıkla kitapta da vurgulayan Sezer, bilimin sağduyu ile olan ilişkisi konusunda da eksik bilgi sahibi olduğunu ortaya koyuyor. Halbuki kitabında dünyanın yuvarlaklığına dair verdiği örnekler başta olmak üzere, bilimsel yöntemin bize dünya ve kainat hakkında fark ettirdiği hususlar, çoğu zaman sağduyumuza aykırıdır. Mesela dünya üzerinde yaşayan normal ve eğitimsiz bir insan, doğal olarak, dünyanın engebeli ve düzlük bir yer olduğunu; güneş ile ayın onun etrafında tur atan dairesel nesneler olduğunu düşünür. Çünkü dünyanın yuvarlak olduğunu anlamak için gözlem ve ölçümlere ihtiyacımız vardır; oturduğumuz yerden onun yuvarlak olduğunu kolayca anlayamayız. Büyük patlama, yine oturduğumuz yerde hissedebileceğimiz bir şey değildir; kozmik fon radyasyonu gibi hassas ölçümler ve dikkatli uzay gözlemleri sonucunda ancak varabileceğimiz bir neticedir. Atom ve hücre gibi mikro yapıların hakikatine de günlük yaşam düzleminde vakıf olamayız. Elimizden bıraktığımız nesneler hep yere düşünce “yerin cisimleri çektiğine” yahut biraz zorlarsak “cisimlerin birbirini çektiğine” hemen kani olabiliriz. Fakat gerçekte “çekme” yoktur; 1930’lardan beri Einstein sayesinde biliyoruz ki aslında o çekme sandığımız şey, uzay-zaman matirisinde ışık hızında ilerleyen maddenin, kütlesi nispetinde uzay zamanı bükmesi ile ilgilidir ve düşüyor sandığımız cisim aslında düşmemektedir; sadece “yolunda giderken” uzay-zaman eğriliği nedeniyle yanındaki büyük kütleli “dünyaya” yaklaşmakta ve çarpmaktadır. Bu açıklama, Einstein tarafından yirminci yüzyılın başlarında formüle edilmiş, Russel gibi deha mesabesinde zihinler tarafından insanlara defaatle açıklanmış olmasına rağmen hala “hayal edemediğimiz” ve “idrakten aciz olduğumuz” bir gerçektir. Öyle bir gerçektir ki bugün cep telefonlarındaki GPS sistemleri bile bu fiziksel gerçeği baz aldıkları için nokta atışı isabetle çalışabilmektedir. Kendi bedenimizde olan hadiseleri bile çoğu zaman sağduyu ile yanlış yorumlarız; mesela ben erken gençlik dönemimde tırnaklarımın uçlarından uzadığını düşünürdüm; bu çoğu insan için bu zan doğaldır; zira tırnakların sürekli olarak üstteki açık renkli kısımları uzar ve biz onları belirli aralıklarla keserek kısaltırız. Bir gün kaza eseri başparmak tırnağımın alt kısmında oluşan yatay bir çiziğin haftalar içinde yukarı doğru hareket ettiğini izleme şansım olduğunda, tırnağın ucundan değil, dibinden yukarı doğru uzayan bir yapı olduğunu fark etmiştim. Eğer o çiziğin yer değiştirmesine dikkat etmesem, sağduyum beni burada bile yanıltacaktı. Eğer dünyamız Melikşah Sezen’in “şeksiz şüphesiz görünen ve açık” olmasını talep ettiği şeylerle sınırlı olsaydı, halen kaba taş çağında, avcı-toplayıcı canlılar olmanın ötesine geçemezdik. Gerçeklik o kadar açık ve seçik olsaydı, ne bilim gibi araçlara, ne Kuran gibi rehberlere ihtiyaç olurdu.
Evrim de böyle “dikkatle gözlemlendiğinde” görülen, hem de açıkça görülen bir hakikattir. Bakan herkes, tüm canlıların aynı maddeden yapıldığını; belli karmaşıklık hiyerarşileri ile dünyaya dağıldığını, zamansal olarak belli bir sıralama ile gelip gittiklerini ve tarihin büyük bir evrim müzesini nazara sunduğunu açıkça görebilir. Bakmayanın göremiyor olması, onu şüpheli yapmaz. Şüphesini izale etmek isteyen formel bir biyoloji eğitimi almasa bile, tabiattaki canlılarda müdakkikane gözlemler yapmakla yükümlüdür. Bu haliyle “şüpheli” demek, hakikate saygısızlıktır. Eğer Melikşah Sezen evrime şüpheyle yaklaşmak yerine onu bir ilim olarak tahsil etmeye zaman ayırsaydı, algılarımızın ve beynimizin, milyonlarca yıllık evrimsel süreç sonucunda “dışarıda var olanı olduğu gibi algılamak” için değil, “hayatta kalmak üzere dış gerçekliği basit temsiller halinde algılamak” için ayarlandığını, öyle yaratıldığını anlayabilirdi (İslam kültüründe de bu gerçek, hakikatin perdelerden geçmiş hallerine muhatap bir canlı olmamız benzetmesiyle çok veciz bir şekilde sürekli hatırlatılır). Evrimsel biyolojide bu konu, ziyadesiyle açık ve anlaşılır olarak, neredeyse tüm elzem detayları ile bilinir. Hal böyle olunca, bilimin neden dünyayı (ve o dünyadaki hadiselere sürekli göndermeler yapan Kuran gibi bir metni) anlamada en önemli aracımız olduğunu da anlayabiliriz. Bunu fark edince de bir metni sadece lafzi anlamıyla değerlendirmenin, hakkında konuştuğu konuları tahkik etmeden hüküm vermenin ve “insanların sözüne” (dini anlatıların tamamını oluşturan insan yorumlarına) gösterdiği dikkatin bir kısmını bile tabiata vermeyince, ciddi bir haksızlığa zemin hazırlayacağının farkında olurdu. Melikşah Sezen ve benzeri ilahiyat konularında araştırma yapan araştırmacıların kütüphanelerinde hiç biyoloji kitabı bulunmaması, bulunsa bile hemen hiç bir zaman ciddi olarak tahkik edilmemesi, maalesef böyle sıkıntılı yorumlara yol açabiliyor.
Hemen ardından Sezen, bilimsel teori ile “senaryo” ayrımı yapıyor. Temel bilim kültüründe hiç bulunmayan bir terimi (senaryo) bilimsel bir açıklama biçimi olarak satırlar arasına yerleştirerek iki yüzyılı aşkın bilim geleneğinde hiç yapılmamış bir tasnif öneriyor (beni sıklıkla ve önyargılı bir biçimde İslam’a yeni ve keyfi yorum getirmekle itham ettiği halde, aynısını bilim alanında yapmayı kendine hak görebiliyor). Sezen’e göre, “bilgi boşluklarından muaf, tam bir anlayışa teori; bilgi eksikliğinde kaynaklı tamamlayıcı açıklama çabalarına da senaryo” denmesi gerekiyor. Halbuki bu tasnifin, yani “senaryo” ifadesinin bilimde hiçbir karşılığı yok. Aslında Sezen’in ”senaryo” diyerek anlatmaya çalıştığı şey, bilimde teori, yahut “kuram”ın ta kendisi. Zira tüm teoriler, buna kütleçekimi elektromanyetizma, hücre, büyük patlama ve atom teorileri de dahil, yeterince kanıtla desteklenen ama yüzde yüz ispat iddiasında olmayan açıklamalardır. Zira teoriler, kanıtlarla desteklendikçe geçerli kabul edilen açıklama çerçeveleridir ve gözlemle uyuşmadıkları zaman geliştirilip yerlerini memnuniyetle yeni teorilere bırakırlar. Bilim de bu sayede ilerler. Mütekamil bir örnek için atom teorisinin son iki yüzyıl içindeki gelişimine bakabilirsiniz. Bilim kültüründen ve dilinden kopuk olarak yaptığımız bu yorumlar maalesef ilim ehlini ciddi bir vebal altında bırakıyor; ben de bir dost olarak gördüğüm Melikşah Sezen’i bu anlamda bir kez daha ikaz ediyorum. Bütüncül bir psikoloji ile uzaktan baktığımızda, ilahiyat ilimleri ile uğraşan insanların çoğuna sirayet etmiş görünen, “dünyevi, özellikle de fenni bilimlerinin müktesebatını küçümseme” alışkanlığının bu metnin tüm satır aralarından sızdığını söylemek durumundayım.
Din cahili?
Melikşah Sezen’in daha önce sohbetlerimizde de TV programında da bizzat bana yönelttiği bir eleştiri, dini alanda bilgi sahibi olmadan yorum yapmam ve bunun ilmi olarak yanlış olduğu yönündeydi. Burada, izahatlarımın biraz daha yerli yerine oturması için dini kaynaklar alanındaki geçmişimi biraz açmak isterim. Ben Kuran’ı orijinalinden okumayı Türkçe okumaya başlamadan önce, yaklaşık 4-5 yaşlarımda rahmetli dedem vasıtasıyla öğrendim. Çok daha erken zamanlarda kendisinden hadis tabanlı yoğun bir kültür de edinmiştim (şimdi temel inançlarının çoğunu paylaşmasam da kendisine sonsuz müteşekkirim, Allah gani gani rahmet eylesin; ondan razı olsun). Sonraki yıllarda, on yılı aşkın bir süre boyunca hemen her yaz, biraz da babamın zoruyla, birçok farklı ve yetkin hocadan her yerde rastlayamayacağınız dersler aldım. Bunlar arasında yoğun Kuran ezberleme süreçlerinin yanı sıra, tecvid, kelime mealleri ile okuma, tevil, hadis, siyer gibi bir çok konuda oldukça detaylı bilgi edinme şansım oldu. Ondan fazla farklı Kuran mealini karşılaştırmalı olarak yıllar içinde inceleme fırsatı buldum. Kelime kelime çalıştığım çok sayıda sure ve ayet notlarım hala durmaktadır. Toplam yirmi yılı aşkın bir zamanımı, yarı zamanlı da olsa İslam metinlerinin anlaşılması usülleri üzerine geçti. Bir çok meşhur islam âliminin eserlerini ya tamamen yahut kısmen tetkik etme şansım oldu. Şu anda Kuran tilavet edilirken bir çok surenin Arapça olarak ne demek istediğini kabaca anlayabilecek kadar kulak dolgunluğum mevcut. Arapça konuşmayı bilmem; ama elimde sözlük ve zihnimde yıllardır karşılaştırmalı dil bilgisi merakından gelen donanım ile (sadece kendi anlayışım için) oldukça detaylı açıklamalar çıkartabilirim. Yani kısacası inandığım dinin müktesebatı açısından pek de “kara cahil” sayılmam. Elbette bu, beni beni dini alanda bir alim yapmaya yetmeyebilir; onu iddia etmiyorum, vurgulayacağım nokta biraz farklı:
Kısaca bu müktesebatı şunun için özetledim: Elli yaşımı tamamladığım şu güne kadar hiç bir zaman çıkıp da dini bilimler konusunda müstakil bir iddiada bulunmadım. Tefsir yapmaya, hadis eleştirmeye, usül tesis etmeye kalkmadım. Kimseye “Kuran aslında bunu diyor” deme cüretkarlığına girişmedim. Başkasının dini inançlarının mantığını, birilerinin ne kadar müslüman olup olmadığını falan konu edinmedim. Bu alandan öğrendiklerimi tamamını kendi hayatım için kullanmaya ve kendi inanç dünyamı tezyin etmeye devam ederken, bilim tahsilimden öğrendiklerime odaklandım ve onlarla insanlara bilgiler vermeye çalıştım. Dini konulara ancak, burada da olduğu gibi, işi bilim olmayan insanların açık gerçeklerle çelişen ifadeleri ile karşılaşınca girdim. Özellikle de benim inandığım din adına bilimle açıkça çelişen ifadeleri mecburen düzeltmek zorunda kaldım ve kalıyorum. Çok merak ediyorum; evrim konusunda bu kadar kesin reddiyeler yazan, yargılar koyan, yahut şüpheler izhar etmekten çekinmeyen Melikşah Sezen gibi arkadaşlarımızın kaç tanesi, benim Kuran’a ayırdığım vaktin onda birini “biyolojiye” ve “evrime” ayırmıştır? Neden aynı cüreti, mesela astronomi, gıda mühendisliği, jeoloji gibi alanlarda göstermezler? Ben kabaca bir temel eğitim süresi kadar zamanımı bu işe yatırmış olduğum halde hiçbir iddiada bulunmaz, bundan tahaccüb ederken, hiç çaba sarfedilmemiş alanlarda bu kadar iddialı konuşulmasını neye yormak lazım? Bunu herkesin kendi tefekkürüne bırakıyorum.
Nereden biliyoruz?
Melikşah Sezen kitabının “Bilginin Kaynakları” adlı bölümünde, gerçekten beni hayrete düşüren arkaik bir iddiayı seslendiriyor. ”Çoğunluğun söylediği hakikattir” şeklinde ifade edebileceğimiz bu argüman, gerçekten bilim ve bilimsel konular söz konusu olunca insanın kanının çekilmesine neden oluyor. Bazı Kuzey Avrupa ülkelerinde tanrıtanımazlık görüşünün “icma” ile kabul edilen bir görüş olduğuna bakarsak Sezen’e göre ateizm de “hakikat” olmalıdır. Muhtemelen Sezen’in esinlendiği ana kaynaklar bundan birkaç yüzyıl öncesinin dünyasına ait olduğunda, haberin ancak ağızdan ağıza yayıldığı ve “mütevatirliğin” muteber olduğu dönemlerle bu dönemler arasında ciddi bir fark olduğunu göremiyor. Hele ki konu bilim gibi dikkat, rikkat ve uzmanlık isteyen bir mesele olunca, bu iddia gerçekten de bizi tartışılamaz bir noktaya doğru sürüklüyor. Sezen’in bu iddia ile, Kuran’da açıkça geçen “Onlara Allah’tan bir mesaj ulaşınca, ‘biz atalarımızdan gördüğümüze uyarız’ derler” (Bakara 170) diye ifade edilen müşriklerin davranışı arasında nasıl bir ilişki kuracağını çok merak ediyorum.
Zahiri anlam
Bir sonraki bölümde “Kelamda aslolan zahiri manadır; ta ki zahiri mânâya yönelmeye bir mânî buluna” ifadesi, tam beni umutlandırmıştı ki bir an sonra bu umudumun neden boş olduğunu anladım. Örneğin, insanın yaratılışı ile ilgili ayetlerdeki çamur-kil-su benzetmelerini olduğu gibi (lafzi anlamlarıyla) anlamaya mani çok açık bir gerçek vardır: İnsan, diğer tüm canlılarla hem bedenen, hem genetik yapı olarak hem de tarihsel bağlamda KESİN olarak akrabadır. İnsanın evrimsel çizgi dışında ortaya çıkıverdiğine dair HİÇBİR gözlemsel kanıt mevcut değildir. Bu durum, ayetlerin kelime mânâları ile anlaşılmasına ciddi bir mani oluştursa da, başta evrimi “şüpheli” diye reddettiğinizde, Allah’ı, bir çömlekçi misali çamurdan bir şekil yoğurup ona üfleyerek canlandıran bir mitolojik tanrı imgesi dışında hayal etme şansınız kalmıyor. Yani söz konusu “mânî”, görmek istemediğinizde size “mânî” olamıyor. İnsanın diğerlerinden ayrı yaratılmış bir canlı olarak, neden karaciğerinin, beyninin, kaslarının, kemiklerinin, böbreklerinin, gözlerinin, hormonlarının, enzimlerinin, antijen ve antikorlarının ve bedenindeki her ama her şeyin diğer canlılarla “aynı” olduğunu açıklama zorunluluğu, ancak insan bedeninin ne olduğunu açıkça anlatan “biyoloji”den haberiniz varsa hissedebileceğiniz bir zorunluluktur. Hiç bakmazsanız, böyle bir sorununuz da olmaz.
Melikşah Sezen’in savunduğu pozisyondaki arkadaşlarımın temel bir sorunu bence şu: Tercih ettikleri dünya görüşünde istedikleri kadar ısrar etme, istediklerine inanma, istediklerini anlatma ve yayma hakları sonuna kadar mevcuttur ve haktır. Ben böyle inanıyorum. Fakat konu, benim ve bir çok insanın dünya görüşünün temelini oluşturan İslam inancına gelince, bu kalem ehlinin “bu İslama aykırıdır, yahut muvafıktır” gibisinden beyanlarında ciddi bir sıkıntı var. Benim anladığım Kuran ve İslam, benim bildiğim bilimle çelişmiyor; çünkü ben Kuran’ı bilimle okuyorum. Siz okumayabilirsiniz; hakkınızdır; ama benim okumalarımı hükümsüzleştirmek, sizi, fark etmeseniz bile, bu dünyada tanrının tek sözcüsü, hakikatin tek sahibi gibi bir iddia ile baş başa bırakır. Bu da bugün bütün kadim dinlerin “kiliseleşme” geleneklerinin başlangıç hastalığıdır. “Benim kabul ettiğim yoruma göre bu makul değildir” demeniz son derece anlaşılırken, “İslam sadece benim anladığım gibidir” demek, nifaktan başka bir şey üretmez. Mesela, Kuran’ın anlaşılmasında lafzi mananın esas olduğu meselesi bir yorumdur; benimseyenleri bağlar. Ben o yoruma uzağım; benim için esas kitap kainattır; Kuran ancak onunla okunursa anlaşılabilir. Bu iki görüş elbette ki tartışabilir; ama eşitliği bozucu bir “sahiplik” iddiası varsa, diyalog yolu artık kapanır; ben bunu tavsiye etmiyorum.
Dil ve hakikat
Kitapta bir başka gönderme, Arapça dilinin sınırlılığı ve ilahi mesajın mutlaklığı arasındaki kadim tartışmayla ilgili. Burası pek kısa geçilmiş ama bence önemli bir yer. Allah, insan dillerini çok aşan bir hakikati bize hatırlatmayı murat etmiş olmalı oysa Arapça insan dillerinden bir dildir. Hiç bir insan dili mutlak olanı anlatamaz; zira dil, beyin yapımız gereği ancak “nispi” yani “göreceli” olarak çalışır. Bunun tafsilatına burada girmek işi uzatır ama dil ve tercüme ile uğraşan herkesin temel düzeyde bildiği bir gerçektir bu. Mutlak olanı anlamak ve anlatmak, dilin ve onun türevi olan mantığın işi değildir. Akıl ve mantık, bizi mutlak olana nasıl bakmamız gerektiği konusunda ikna etmekte işe yarayabilir. Bence Kuran’ın metodu da tam olarak budur. Oldukça örtük ifadelerle anlattığı birçok hadise (insanın ve canlıların yaratılışı, gök cisimlerinin halleri, arılara vahyedilmesi, dağlar, denizler gibi örnekler, ila ahir) anlatılanın ötesinde, gösterdikleri şeylere bakmayı ve araştırmayı gerektirmektedir. Eğer sadece kitapta yazan kelimelerle bu iş olsaydı, her cerrahi kitabı okuyan evde ameliyat yapabilirdi. Lafzı hayata dönüştürecek olan şey deneyimdir, temaşadır, dikkatle izlemek ve çalışmaktır. Sezen’de bu kısmın eksik olduğunu düşünüyorum.
“Tesit”
Bir sonraki bölümde Melikşah Sezen, tabiri caizse “hızını alamayarak”, bu tartışmayı “Müslüman ve teist” ikilemine zemin yapmış. Ona göre, yaygın yorumu kabul etmeyen Müslüman değil ancak teist (tanrı inancına sahip) olabilirmiş. Bu konuda çok yorum yapmayacağım ama tam bu bölümün ikinci sayfasında, (ki kitabın 38. sayfasının 3. paragrafına denk düşüyor) çok ilginç bir dizgi hatası var. Tam olarak şöyle alıntılayayım: “Bu gibi suallerden hareketle evrim kabulünün Allah tasavvuruyla tenakuza düşmedigini vurgulayarak aslında bunu kabul etmenin herhangi bir arıza oluşturmayacağını öne sürmektedirler. Halbuki anlayışını bu mantığa göre tanzim eden kişi Müslüman değil tesit olur.” Sondan bir önceki kelime “teist” olacakken, sehven “tesit” yazılmış. Bu hatalı kelime bana bir yerden tanıdık geldi, baktım, Arapça “sa’d” kökünden gelen “övülmüş, kutlanmış, tebrik edilen” anlamındaki tes’id kelimesinin eski Türkçede kullanılan haliymiş. Yani yazım hatasını görmesek, “evrim düşüncesinin Allah’ın yaratmasıyla ters düşmediğini düşünmek tebrike şayan bir ifadedir” şeklinde anlayabilirdik. Evet, bu sadece basit bir dizgi hatası olsa da bu tip tevafuklarda düşünenler için büyük ibretler vardır!
Tevazu
Kitabın ilerleyen bölümlerinde bir örnek var; kafamdan aşağı kaynar sular dökülmesine vesile oldu! (Bu arada, hani kendimi salsam, bu kitaba şerh olarak iki kitap yazacak kadar düşünce uyanıyor dimağımda ama bu kadar detaylı bir metnin okunması pek mümkün olmazdı). O ifade özetle şu: “Birisi” tevazunun evrimsel seçilim sürecinde dezavantajlı olduğu için elendiğini, insanların o yüzden kibirli olmaya meyilli olduğunu anlatınca, müellif “o zaman Allah bize Kuran’da mütevazı olmayı öğütlerken yaratılışla çelişen bir şey önermiş olur” diye bir sonuç çıkartıyor ve buradan da “yaratılışla Kuran arasında böyle bir çelişki olamaz” diyerek evrimi yok saymamızın daha hayırlı olacağını ima ediyor. Gerçekten inanılmaz! Birincisi, tevazunun doğal seçilimle elendiği iddiası, biraz evrimsel psikoloji okuyan herkes için saçmalıktan ibarettir; zira tevazu, digerkamlık, fedakarlık, yardımlaşma, kendini feda etme gibi bakıldığında “pek güçlü gözükmeyen” davranışların evrimsel biyolojide “prososyal”, yani “sosyal örgüyü destekleyici” davranışlar olarak tercih edilip seçilegeldiğini net bir biçimde biliyoruz. Bu nedenle bu tip davranışlar sadece bizde değil, tüm gelişkin organizmalarda, yani hayvanların çoğunda gözlemlenebiliyor. Bunlar bizi topluluk olarak hayatta kalma açısından destekleyen, birlikte olmamızı kolaylaştıran davranışlar oldukları için doğal olarak “seçiliyorlar”. Bunun “nasıl”ını biyolojiden kolayca her isteyenin öğrenebileceği bir devirde yaşıyorken, sevgili Melikşah Sezen burayı da kötü bir “çöpten adam safsatası” ile heba ettiğini fark edemiyor (Straw man fallacy-Çöpten adam safsatası: Var olmayan veya en kötü marjinal argümanı/örneği hedef alarak onu çürütme yoluyla bir fikri çürüttüğünü zannetme yanılgısı).
Buna benzer kitapta birçok örnek var hepsini tek tek ele almak benim için şu anda imkan dışı. Fakat bu örneklere ve onların Kuran ve İslam’a bağlanma biçimine şöyle kuş bakışı baktığınızda, ortaya çok enteresan bir resim çıkıyor bana göre: Müellif, Allah’a değil, Kuran’a; hatta daha doğru bir ifadeyle, Kuran’dan kendi anladığına tapıyor gibi bir görüntü var! Zira Allah’ın iş olan kainatın bize neler gösterdiği, onun için Kuran’ın lafzına göre ikinci-üçüncü planda ilgilenilecek bir şey. Bu beni sadece şaşırtmıyor, aynı zamanda ciddi anlamda dehşete düşürüyor!
Evrimi reddetmek bir iman meselesi mi?
Sezen, hemen sonra 47. Sayfada evrimi reddetmenin gayet makul olabileceğinden, çünkü bu alanda Kurani delil olmadığından dem vuruyor. Paragrafın sonunda, özellikle insanların “dini zaruretlerden dahi bihaber hale geldiği” bir zamanda, böyle meselelerle uğraşmanın tehlikelerine(!) işaret ediyor.
Sevgili Melikşah Sezen kardeşim. İslam dünyasının bugünkü durumu, özellikle gençlerin geleneksel anlatılara olan mesafesi, bilimden veya fazla akıl kullanmaktan değil, geleneğin günümüzün bilgisi ve görgüsüyle gittikçe kopuk hale gelmesinden kaynaklanıyor. Bugünün insanına dünyadaki bunca haksızlık ve bozukluğa mukabil, “namaz kıl, oruç tut, başını ört” dışında bir şey vazedemeyen, küresel barış adına hiç bir yenilik getiremeyen, ayrılığı körükleyici ve kabile mantığından sıyrılamamış bir kültürün (dikkat: dinin değil, kültürün) bu nesillere verebileceği pek fazla şey kalmıyor. Koca İslam geleneğini de böyle bir kültüre indirgemeye kimsenin hakkı yok. Bir de din ilimleri ile uğraşanların bilgiden, bilimden, irfandan uzak; eskilerin sözlerini tekrar ve şerhten öteye gidemeyen bayat anlatıları ana meşgale edinmiş olması, insanların hayatında dini gittikçe absürd bir uğraşa dönüşüyor. Benim çabam, bir Müslüman olarak, senin ve sencileyin arkadaşların esas telaşına karşı başka bir merhem önermek: İnanç bilimle barışır; bunun için eski alışkanlıkları bırakıp, gerçek ilmi tahsil etme, elimizde daha önce hiç bulunmayan araçlarla doğaya cesurca bakmayı ve ondan öğrenmeyi ilke edinme, batı biliminin “tanrısız” bilgisi yerine, bilgi ile hikmeti birleştirebilecek insanlar yetiştirmenin tek çare olduğunu düşünüyorum. Senin bende ve benim gibi evrim konusunu en önde tartışanlarla yapabileceğin ciddi ittifakları, bu mantık hatalı argümanlarla kendi kendine tıkadığını görüyor ve üzülüyorum. Hiçbir insan sözü, hiçbir fani yorum, hakikatin üstünde değildir. Hakikat, hangi alim olursa olsun, ona malum değildir. Bizim işimiz, ibn-ül vakt (zamanının çocuğu) olarak, elimizdekiyle bir daha, bir daha “kıraat etmek”tir. Zira Kuran’ın ilk emri budur: “İqra!” Anladığımız anlamına sıkıştırdığımız Kurana ve dine “tapmayı” terk edip Allah’a ve onun tabiattaki işlerine yönelmek tek kurtuluştur.
Derdi anlıyorum; ama çözümü bu değil…
Evrenin dışında bir tanrı, Allah değildir!
Sezen’in kitabının bir yerinde “Çünkü bir Müslüman “mü’min” vasfını almış olmakla alemin haricinde bir Kadir-i Mutlak’ın her an ve her şekilde tasarrufunu “aklen, kalben ve fiilen” kabul etmiş olmaktadır” diyerek, enteresan bir “yön” gösteriyor. Zira bu yön, İslam’da ana akım olarak bildiğimiz inanışa bile ters. Zira İslam’daki Allah inancı, bu “evreni dışarıdan yöneten” müşahhas bir varlıkla hiçbir bağlantısı olmayan bir anlatıdır. Tam tersine, İslam’ın giriş cümlesi “la ilahe illaAllah” sözü, bu tarz mitolojik ilahların reddiyle Allah’a ulaşılabileceğini kesin olarak ifade ve ikaz eder. Fakat bu paragrafta, İbn-i Arabi gibi alimlerin vahdet-i vücuda kadar genişlettiği “her şeyde ve her yerde” bir “yaratıcı akıl” manası tamamen ters yüz edilmiş durumda. Einstein’in “Son yıllarım” kitabında bahsettiği “tanrı” tanımı, bana soracak olursanız Sezen’in buradaki tanımından çok ama çok daha İslami kalıyor. Ama tabii ben Sezen’in düştüğü hataya düşüp “bu İslami değildir” demeyeceğim; İslam’da böyle yorumlar da vardır ve sadece o yoruma inananı bağlar. Ben böyle bir “tanrı”ya inananlardan değilim. Benim Allah’ım, “her şeye gücü yeten” (Kadir-i mutlak) olmasına rağmen yaratılışı benim anlayabileceğim sınırlarda icra etmeyi murad ve irade eden, her an her şeyde bilfiil yaratılışta olan ve her bir cüzde yansıması rahatlıkla görünebilen, bu nedenle de mesela bilim aracılığıyla onun işlerini çalışıp cömertçe öğrenebildiğim “alemlerin terbiye edicisi; yol göstericisi, yöneticisi”dir (Rabb-ül Alemin). Başkalarının inancı beni ilgilendirmez.
Buna ilaveten hem bu bölümde hem de kitabın (ve tabii ki Melikşah Sezen’in başta Twitter ve TV programlarındaki beyanatlarının) genelinde tuhaf bir “üstencilik” ve “hüküm” tonu var. Sezen bütün metin boyunca, bir dini geleneğin (İslam’ın), belirli bir (sünni) dalının, dar bir fırkasının (Osmanlı coğrafyası kökenli ehl-i sünnet geleneğinin) yorumlarından bir tanesini (aslında eklektik bir Türk-Arap sentezini) İslam’ın tek, gerçek ve nihai yorumu olarak alıp, bütün gerçekliği, bilim de dahil olmak üzere, bu pencereden yorumlamaya çalışıyor. Elbette yıllarca medrese eğitimi ve bu tip kaynaklarla haşır neşir olan insanların böyle daralmış bir bakış açısıyla bakıp ancak o doktrinin izin verdiklerini görebilmesi anlaşılabilir bir şey olsa da, İslam kültürü gibi zengin ve çeşitli bir geçmişe hiç uygun olmayan böyle yorumlarla bir kitap yazdığında, buradaki gibi itirazları da duymaya hazır olması gerekir. Sezen, Kuran’ı sadece kendi geleneği çerçevesinden anlayabilen, lafzının dışında yoruma kapatan, insan bilgisini sıfıra indirgeyen, tarihe hapsolmuş bir “dine” inanmakta elbette serbesttir. Ama benim gibi bir Müslüman’ın yorumunu hükümsüzleştirmeye kalktığında işler değişir. Ve çoğu kez bir çok insan benim gibi sakin ve halim-selim bir tarzda karşılık vermeye sabır göstermeyeceği için, bu tip söylemler, tarihin çok sayıda örneğini verdiği gibi, ancak bölünme, kavga ve huzursuzluk yaratır. Bundan kaçınmayı öğrenmemiz gerekiyor artık…
Bilmediğin şeyi nasıl ararsın?
Sezen kitabının İslam Alimleri ve Evrim’in kabulü kısmında şahsımı bir taraftan gülümsetip bir taraftan kederlendiren bir tarzı ısrarla sürdürüyor. Cahız, Miskeveyh, Mevlana gibi isimlerin “evrime benzer” görüşlerini analiz ederken, ardı ardına “faullü” hareketleri sıralıyor. Birincisi, o insanların zamanında “bilimsel yöntem” diye bir şeyin var olmadığını bildiği halde, bugünkü bilimsel yöntemin (çoğunu maalesef yanlış anladığı) sonuçları ile o günkü sözleri karşılaştırma hatasına düşüyor. Şunu hiç sormuyor: Bunca insan, daha Darwin, bilim falan ortalarda yokken, bin sene evvelinde, insanı ve ilahi mevzuları gündemlerine alırken, neden ağız birliği etmiş gibi “insanın diğer mahlukatla irtibatından”, hatalı da olsa akrabalık ilişkilerinden bahsetme ihtiyacı duyuyor? Neden hiçbiri “pat diye ortaya çıkan canlılara” dair açıklamalara girişmiyor? Çünkü Melikşah Sezen’in belki de hiç dikkatle bakmadığı doğaya bakan herkes, hangi devirde olursa olsun, canlıların “benzerliğini” açıkça görüyor ve insanın bu zincirden ari olması için hiçbir gözleme dayalı yahut akli sebebe denk gelmiyorlar. Beni bir beyin araştırmacısı olarak gülümseten kısım burası: İnsan bir konunun reddiyesini bu kadar kararlılıkla sırtlayınca en basit, çocukların bile sorabilecekleri soruları sormayı aklına getiremiyor. Zihnimizin doğası buna izin vermiyor çünkü. Önce kararı verip sonra araştırırsanız, her şeye istediğiniz kadar kanıt bulabilirsiniz. Düz dünya inancına bile…
Kederlendiğim nokta ise şurası: Kitabın en başından beri evrim konusunda temel bilgilerden ne kadar yoksun olduğunu her fırsatta açık eden müellif, “evrim bilgisi” ile bu eski metinler arasında bir “karşılaştırma” yapıp, bugünkü evrim kuramları ile “alakaları olmadığı” veya alakalı olsalar bile (ihvan-ı safa başlığı altında olduğu gibi) onların zaten İslam dairesinde olmadığını söylemekte bir beis görmüyor. Mesela eski alimlerden hiç birinin “türleşme”den bahsetmemesini, o görüşlerin evrimle ilişkisiz olduğuna delil olarak getiriyor. Halbuki farklı türlerin ortaya çıkışı evrimin sayısız konusundan sadece bir tanesidir ve insanlık olarak bu konuyu Darwin’den çok sonra anlamaya ancak başladık. Bugün dünyadaki türlerin “sabitliğini” savunmak, aklı başında ve biraz okul görmüş, “mürekkep yalamış” hiç kimsenin seslendirmeyeceği bir görüştür. Zira bugün dünya üzerinde 10 milyondan (evet 10 milyondan) fazla tür ile birlikte yaşadığımızı biliyoruz ve bu kadar türün şimdiye kadar gelmiş geçmiş canlıların yüzde birinden daha azı olduğunun farkındayız (yani, biyoloji bilenler bunları biliyor). Bu kadar devasa bir çeşitliliğin sergilendiği, sadece küçücük adalara özgü (endemik) canlı türlerinin sayısız örneğinin bulunduğu böyle bir dünyada hala “yeni tür oluşumu” konusunda “olmaz öyle şey” noktasında duran insan, maalesef konunun zır cahilidir. Bugün biyolojide türleşme, henüz aydınlatılması gereken bir çok gizemli noktası olsa da, müstakil ders kitaplarında anlatılan temel bir bilgi ve başta mikrobiyoloji, endüstri, hayvan yetiştiriciliği gibi alanlarda bizzat kullandığımız ve faydalandığımız bir bilgidir. Fakat maalesef, evrim bilgisi bu derece zayıf olunca, Melikşah Sezen’in bu kitaba harcadığı zaman ve enerji için insan üzülmeden edemiyor…
Sıklıkla dile getirdiğim bir uyarıyı burada da tekrarlamak isterim: Çoğu insan, zamanla fikirleri değişse bile, zamanında belli bir konuda çok iddialı konuştukları, fazlaca kelam ettikleri, yazılar kaleme aldıkları ve kitaplar yazdıkları için, fikirlerini değiştirmek isteseler dahi bunu yapamazlar. İnsan psikolojisi, geçmişte bu kadar yatırım yaptığı bir şeyi kolayca terk edecek rahatlıkta tasarlanmamış gibi gözüküyor. Buna “batık maliyet yanılgısı” da dendiğini duymuş olabilirsiniz. “Hevasını ve ezberini tanrı edinme” benzetmesi, bu durumu pek veciz olarak hatırlatır aslında. Ben şimdiye kadar bütün iddialarımı, “evrim açıkça gözlenen bir fenomendir” iddiam dahil, aleyhte kanıt gördüğüm anda hemen bırakabilirim. Zira ben “bilim” ile uğraşırım ve bilimin yöntemi budur. Hakikate böyle adım adım yaklaştırır. Öte yandan dogmatik bir takım geleneksel söylemleri savunacağım diye, ayet kadar kesin kanıtları göz ardı etmek için akıl ve mantığı, söz gücünü seferber etmek, ciddi sonuçlara gebe bir inattır. Bundan vazgeçmek, bu alışkanlığı bırakmak lazım. Bugün “çok kutlu” zannettiğimiz fikirlerimiz, yarın yanlış çıkabilir, kendimize bu kadar güvenmek pek hayra alamet değil. Sırtınızı Kuran’a bile yaslasanız, onu dosdoğru anlayabileceğinizin hiç bir garantisi yoktur. Aman dikkat!