“Bence”

Düşünceler, Genel

Sinan Canan

Aynı dünyada yaşıyoruz. Aynı dünyaya bakıyoruz. Aynı dünyadan bahsediyoruz. En azından teorik olarak durum bu. Fakat bilişsel düzeyde çoğumuz bilsek de gerçek yaşam düzeyinde etkisini çok anlayamadığımız bir başka gerçek daha var: Hepimiz farklı dünyalarda yaşıyoruz.

Benzersiziz, fakat…

Farklı olan sadece zihinsel donanımımız, anılarımız, mizacımız yahut görüşlerimiz değil. Beyin bağlantı şemalarımız, algı kalıplarımız, değerlendirme algoritmalarımız gibi biyolojik tabanlı sistemlerimizden tutun; değerleri anlama biçimimiz, an be an verileri işleme kapasitemiz, konu ve kavramlarla olan anlık mesafelerimiz gibi bilişsel ve duygusal boyutlardaki özelliklerimiz de dahil, hepsi bize has ve aynısı bir başkasında yok. İçsel dünyamızın bu yegâneliğini ve algı kalıplarımızdaki bu yalnızlığımızı “dil” dediğimiz bir beceri ile kapatıyoruz; aslında daha doğru bir tabirle “üzerini başarıyla örtüyoruz”. Soyut simgelerden oluşan ifadeleri değiş tokuş yapıyor, dünya hakkında anlaştığımızı yahut anlaşamadığımızı düşünüyoruz. Bir kelime yahut kavramla karşıdaki insanlara bir şeyler aktarmayı bırakın, o kelime ve kavramdan biz de zamanın her bir farklı diliminde farklı şeyler anlıyoruz. Bir kelimeyi yahut kavramı ardı ardına kullansak dahi, biz bile aynı şeyi kastetmiyoruz. Zira ilk söylediğimize nazaran, ikinci kez söylediğimizde bizim zihnimiz artık o kelimeyi “ilk kez birden fazla kez söylemekte olan” bir zihin oluyor ve bu bile o kavramın içsel anlamı konusunda ciddi bir fark yaratabiliyor. Yani dünya hakkında, kendimiz hakkında, zamanımız hakkında, iyi ve kotü hakkında ne diyorsak, her bir kelimemiz, her bir kavramımız, devasa bir “bence” parantezinin içinde kendine yer bulabilir ancak.

Dünyayı anlama ve kavramsallaştırmada inançlarımız çok büyük bir rol oynuyor. Bilgimizden ziyade inançlarımızla anlıyor ve anlatıyoruz dünyayı. Zaten bilgi için “gerekçelendirilmiş inançtır” diyorlar ya; önce inanıyor, sonra ona gerekçe buluyoruz. O nedenle inançlar pek zor değişiyor. İnancın temel bir özelliği, kendine dair kanıt toplaması için ev sahibi zihni sonuna kadar zorlamasıdır. Beynin değerlendirme sisteminin temel çalışma prensipleri buna dayanır. Neyi duyacağımızı, neyi göreceğimizi, neyi düşüneceğimizi inançlarımız belirler. İnançların kayıtlı olduğu devreler, beynimizde tabiri caizse, “ana kart” gibi bir yerdedir. Çok hızlı çalışır; bu karmaşık dünyayı hızla ayıklayıp inançlarımıza uygun bir hale getirmek, gerçekliği “bize göre” bükmek, o devrelerin uzmanlık alanıdır. Düşüncesiz ve bilinçsiz çalışır inançlar. Düşünce ve bilinci şekillendirir. İşte o nedenle, inançsız, ön kabulsüz bir zihinle düşünmek, insan üstü bir çaba ister.

Bilgilenmek…

Bazı “bilgiler” bizi dönüştürebilir. Genellikle bunu az yahut çok “inançlarımızı” değiştirebildikleri için yapabilirler. Fakat buradaki güç, o bilgilerin kendisinde değildir; esas güç, değişmek ve dönüşmek isteği taşıyan alıcı zihindedir. Halinden memnun olmayan, gelişmeye çalışan, kabuğundan çıkmaya çabalayan insanların zihinleri, zaman zaman böyle hallere girebilir. Yeni öğrendikleri şeyler onların kalıplarını ancak bu nedenle sarsabilir ve onları kendi inanç pencerelerinden uzaklaştırıp yeni açılan pencerelerden dünyayı görmelerine imkân verebilir. Fakat bu ancak “istenç” varsa mümkündür. Değişmeyi, dönüşmeyi, gelişmeyi ve inkişafı istemeyen zihin için bilgi hiç bir işe yaramaz. Yaramaz demeyelim gerçi; zihin her bilgiyi bir şekilde alabilir ama içerdeki işlemleme ile inancına uymayanları çok güzel dönüştürüp kendine uygun bir hale getirebilir. Onu “yalan”, “saçmalık” veya “ihanet” olarak niteleyip arşive atabilir mesela. İnançların yarattığı bu etkinin günlük dilimizde bir adı da vardır: Cehalet. Sıklıkla cehaleti, “bilmemek” sansak da bilmemek, bilmemektir. Öğrenince geçer. Öğrenmenin de ana sebebidir bilmiyor olmak. Cehalet aslında, “öğrenmeyi reddetmek”tir.

Neden reddederiz öğrenmeyi? Bir kere, zihinsel rahatımızı bozar yeni bilgi. Yaşam yeterince karışıktır zaten. İnançlarımız olmadan nasıl düşünüp karar vereceğimizi de bilmeyiz çoğu zaman, çünkü muhtemelen bize hiç öğretilmemiştir. Yeni bilgiyi “analitik ve kritik” olarak nasıl işleyebileceğimizi bilemeyiz. Bunları öğrenebilmek için böyle yapabilen insanlarla karşılaşmamız gerekir ki bunların adedi pek azdır. Çoğumuz o kadar kısmetli değilizdir. Bir de sistematik olarak her birimize işlenen “öz-değersizlik” hissiyatını ekleyin; netice bellidir: Biz, büyük düşüncelere değebilecek insanlar değilizdir. Biz hayatta kalmaya çalışan, çoğu konuda yetersiz, hep eksiğini gidermeye çalışan biçareler olarak yetiştiriliriz. Bu öz-değer olmayınca da “daha büyük bir algı çerçevesi” talebi kalmaz artık, daha pek erken yaşlarda içimizde.

Talip

Öte yandan severiz öğrenmeyi. Bazı bilgilere “talip” oluruz. Oluruz ama genellikle talip olduklarımız “zihinsel rahatımızı destekleyecek ve inançlarımızı tahkim edecek” bilgilerdir. Zihnimiz bu minvaldeki bilgileri sünger gibi emer, görece çabasız bir şekilde içselleştirir. Aksi yöndekileri bilinç dışı dürtülerle reddeder. İnandığımızı daha yetkin bir şekilde savunmamızı sağlayacak “kanıt”ları toplamakta bir dedektif inceliğiyle çalışır aklımız. Yeterince derinleşirseniz, en saçma sapan, gerçeklikle uyumsuz inançlar için bile ciltlerce “makul” (yani akla yatkın) kanıt toplayabilirsiniz. Artık bu “kanıt”larla bolca konuşabilir, tartışabilir, kavga edebilir, üstün gelebilir, tahakküm kurabilirsiniz. Eğer o kadar mahir değilseniz; yani çok sayıda zihinsel fabrikasyon ürünü “kanıt” derlemeye vaktiniz yahut mecaliniz yoksa, sizin için benzer bir inançlara kanıtlar depolamış birilerinin arkasında, yanında, yöresinde bulunur, onlardan istifade edersiniz. Onların yanında olan diğerleri ile “ortak bir akıl” bile oluşturabilirsiniz. Ne kadar parodi gibi gelse de “düz dünyacılar” böyledir mesela. Saf bir zihinle bir süre böyle bir topluluğa takılın, gerçeklik algınızdan hızla şüphe duymaya başlarsınız.

İnsanın tabiatıdır bu. Zihninizden çıkamazsınız. Dünyanız zihniniz kadardır. Fakat yine de bu dünyada yaşamak için birtakım görüşlere, inançlara, tutarlı bir zihinsel çerçeveye ihtiyacınız vardır. İşte burada harika bir kurtarıcı gelir: Adı “bence”dir. “Bence” dediniz mi aslında çok haklı bir önlem almış olursunuz. O durum “size göre” öyledir. Siz onu öyle görmektesinizdir. Konunun sadece sizle ilgili olduğunu “bence” diyerek beyan etmiş olursunuz. Ne çare ki “bence”lerimizi sıklıkla “başkasına anlatmak, başkalarını ikna etmek, diğerlerine üstün gelmek” için kullanırız. “Bence”ler tartışmalarda argümanlara dönüşür. Zaten “tartışma” varsa “bence”ler havalarda uçuşur. Kavga nedeni hep odur. Konu “benim zihnimle” ilgilidir ama ben onu düşünmeden “herkese” kabul ettirmeye çalışırım. İletişim, bu açıdan bakınca, daha bir enteresan hale bürünür.

Hakikat…

Post’lar devrinden; yani post-modern, post-hakikat (truth) dönemlerinden geçerken, “bence”ler artık küçük tanrılara dönüşür. Eline sosyal medya verilen her idrak fukarası, “bence”sini rahatlıkla ifade edebilir. Bu “bence”ler, “bence”si eksikler tarafından hızla benimsenir, içselleştirilir ve bazen yaygın bir “görüş”e bile dönüşebilir. En ayıp, en insan içine çıkamaz denen hezeyanlar bile “ifade” edilebilir, taraftar bulabilir, etkin ve etkili argümanlara dönüşebilir. Herhangi bir unvanla desteklenen “bence”ler ise en tehlikeli olanlardır. Bir doktorun, bir profesörün, bir liderin, bir popüler simanın “bence”si bazen hepimizin cehennemine dönüşebilir.

Çünkü “bence” aslında cehennemdir. Cehennem kelimesinin etimolojik kökeni olan “Hinnom vadisi” gibi bir yerdir orası. İnsanı kendi zihnine sıkıştıran, dışarıya kaçmayı bırakınız, dışarıyı görmesini bile engelleyen dar bir cenderedir. “Ya sence?” sorusuyla sarsılmadığında “bence”, kişisel “matriks”in körleştirici perdesine dönüşür. Sohbeti unutmuş, kamplaşmadan ve tartışmadan “öğrenmeye” çalışan biçare kalabalıkların cehennem duvarları “bence” tuğlaları ile örülür.

Çare nedir peki? Evrensel ve insani olanı, kadim uyarıyı dinlemekle başlanabilir. Benim gözüm hep oralardadır. Bunun için önce, “düşüncemizin pikselleri” gibi olan “kelimelerimize” dikkat vermek, kelime bilgimizi, dil yetkinliğimizi sıklıkla kontrol etmek faydalıdır. Ayrıca, bir veriyi “iyi mi kötü mü” diye irdeleyebilme cesaretine sahip olabilmek için ufak çaplı çalışmalarla başlamak da acil bir ihtiyaçtır. Kimselere sormadan, kısa yoldan güvendiğimiz bir otoritenin yorumunu beklemeden, bir “haberi”, bir “iddiayı”, bir “argümanı” kendi kendimize değerlendirebilme egzersizleri, çok hızlı mesafe aldırabilir. Sokrates’in “gerçek mi; iyi mi; faydalı mı?” diye ifade edilebilecek üçlü filtresini; “iyi” ve “kötü”nin bizim için belirgin tanımlarının olup olmadığını; bu dünyada bizi ilgilendiren şeylerin aslında neler olduğuna dair ön çalışmaları ve buna benzer minik içsel çabaları ufaktan hayata yerleştirmeye başlarsak bence “iyi” olur. Bu konu çaba ister; zira burada bahsettiğim sonuçları ortaya çıkaran zihinsel hasarımız, derin ve uzun süreli bir etkiler zincirine dayanır. Tüm eğitim ve kültür, bilmeden de olsa bu hasara hizmet eder. Kendinizi potansiyel olarak bir Sokrates, bir İbn-i Sina, bir Konfüçyüs, bir Birûnî, yahut henüz adı kitlelerce bilinmeyen bir büyük ruh/zihin olarak göremiyorsanız, bu zihin hasarından siz de payınızı almışsınız demektir. Hasar derin ve büyüktür. Onarımı öyle kolay olmayacaktır; bundan emin olunuz.

Ve kolay olmayan her şey gibi, ödülü de pek büyüktür.

Bir şeyi hep hatırlamalı: Hepimizin idraki, dünyaya daracık ve uzun bir borunun içinden bakıyor gibidir. Bu hem algıların sınırlılığından hem de körleştirici ve cahillikte tutucu sabit inançların etkisinden kaynaklanır. İnsan aklı ve zihni, gerçekliği asla hakkıyla idrak ve ihata edemez; kavrayamaz. Gerçekliğe dair daha mütekamil bir bakış açısı ancak “diğer pencereleri” de görmeye çalışarak elde edilebilir. O nedenle “bence”leri bırakıp “sence”leri merak etme çalışmaları, “bence” dünyamızı genişletmenin en kestirme yoludur.

Ne diyor kadim? “Talebin neyse, osun.”

Ha, yapmasak ne olur? Ne olacak; herkesin “bence” kakofonisi içinde biz de bir-iki etkileşim alıp günümüzü gün edebiliriz. Hiç de bir şey olmaz.

Tabii sonra, en sonunda, “bu cehenneme nasıl düştüm?” diye sormanın da çok faydası olmayacak. Ben baştan söyleyeyim…

Bir çember ve sonsuz ihtimal…
Şuursuzluk

İLGİLİ YAZILAR:

Yeni bir medeniyet?

Geçen bir kaç ay içinde ismimden daha fazla duyduğum bir kelime varsa, o da muhtemelen medeniyet kelimesi olsa gerektir. Her yanımdan adeta medeniyet fışkırıyor: Gazete başlıklarında, üniversite kulüplerinin isimlerinde, sağda-solda…

“Hoca/efendi”ler biter mi?

Bazı olaylar, başınızı ellerinizin arasına alıp derinlemesine düşünmenize vesile olur. Hatta bu olaylar, ancak böyle bir iç muhasebeye vesile olursa hayırlı olacak denli “vahim” olaylar da olabilir. İşte bizim milletçe…